29 Aralık 2014 Pazartesi 0 yorum

KIRMIZI BAĞCIKLI KIZ


“Bir varmış bir yokmuş, teknoloji çağında, iki kıtayı birbirine bağlayan kocaman bir köyde saçları başaktan sarı, gözleri denizler kadar mavi, dudakları kirazdan kırmızı ufak tefek bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Selin’miş ama herkes ona Kırmızı Bağcıklı Kız dermiş” diye başlıyordu hikâyesi.

Gerçekten de çok saçmaydı, çok az insan onu adıyla tanıyordu. Çok ufakken annesi ona kırmızı bağcıklı bir ayakkabı almıştı. O ayakkabıyı o kadar sevmişti ki, eskiyip püsküyene, ucu başka dili başka yere kayana kadar ayağından hiç çıkarmamıştı. Mahalledeki çocuklar onunla dalga geçiyordu ama ne kadar dalga geçilse de inadını sürdürmekte kararlıydı. Artık ayakları büyüyüp ayakkabı ayağına sığmaz olduğunda annesi yeni bir bağcıklı ayakkabı alma sözüyle onu ikna etmişti etmesine ama yeni gelen ayakkabının bağcıkları kırmızı değil yeşildi. Bu bir kâbustu onun için. Yeni bağcıkları görünce kendini yerden yere attı. Annesi kırmızı bağcık inadını anlamıyordu ama yine de ona kırmızı bağcıkları bulacağına söz verdi. Bağcıklarını bekleme süresi ona çok uzun gelmişti. Ayağına başka bir ayakkabı da giymek istemiyordu, hatta annesini okula terlikle gitmekle tehdit etmişti. Yeşil bağcıklar hiç ona göre değildi. Bu yeni bağcıklarla kendini kesinlikle Selin gibi hissetmiyordu, sanki birden bire kuzeni Ece oluvermişti. Bu durum onu daha da çileden çıkarıyordu zira kuzenine kesinlikle katlanamıyordu. 

Annesi bir yandan kırmızı bağcıkları arıyor, bir yandan da konu komşuya düştükleri komik durumu anlatıyordu. Kısa sürede tüm mahallenin Selin’in bu kırmızı bağcık merakından haberi oldu. O yıllarda mahalle kültürü hala devam ediyordu ve insanlar bazı belirgin özelliklerine göre lakaplarıyla anılıyorlardı. Günün birinde mahallenin fırlama delikanlılarından biri ona adıyla hitap etmek yerine “kırmızı bağcıklı kız” deyiverdi şu meşhur masala ithafen. O gün bugündür de kimse onun gerçek adını bilmez oldu. Hatta daha da kısaltıp “Kırmızı” demeye başladılar. Öyle ki Selin bundan sonraki hayatına Kırmızı olarak devam edecek ve kendisi bile Selin’liğini hatırlamayacaktı. Yıllar geçip de artık ergenlik dönemine girdiğinde, diğer tüm yaşıtları gibi farklı olma kaygısı taşıyordu. Ve lakabı bu anlamda ona çok avantaj sağlamıştı. 
Zamanla Kırmızı olmaktan çok keyif aldığının farkına vardı. Bu arada çocukluğundaki bağcık takıntısının yerini kırmızı herhangi bir aksesuar almıştı. Bir gün kırmızı bir bileklik takıyorsa, ertesi gün bir şapka, başka bir gün bir fular takıyor, kırmızılığının en çok da farklılığının altını çiziyor, kendini özel hissediyordu.

Tüm bunlar nereden de aklına gelmişti şimdi.  Saat yediyi çoktan geçmişti. Akşamın bu saatlerinde trafikte olmaktan nefret ediyordu. Gerçi arabası yoktu. Bundan da hiç gocunmuyordu. İstanbul’da bu saatlerde araba kullanıyor olmak Dante’nin dokuz kat cehenneminin 5. Katında, gazap ve öfke verenlerin arasında olmaktan farksızdı biliyordu. Daha doğrusu tahmin ediyordu. Şimdiye dek sol ön koltukta hiç oturmamıştı. Tamam, Londra’da oturmuştu ama bu sayılmazdı. Araba kullanmayı hiç öğrenememişti, çünkü hiç istememişti. Bırakın arabada olmak yaya olmak bile onu boğuyordu. Zaten çok yorucu bir iş günü geçirmişti. Patronuna dert anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Yani herhalde öyleydi daha önce bir deveye hendek atlatmaya çalışmamıştı ama patronuna projedeki değişikliklerin gerekliliğini kabul ettirmek deveyle girilecek bir ikna münasebetinden daha zorlayıcıydı emin olun. Saatlerce dil dökmüştü, sonuç koskoca bir hiçti. Adam Nuh diyor peygamber demiyordu. Bir içkiye ihtiyacı vardı, aslında öncesinde bir şeyler yese daha doğru olacaktı. Aç karnına içkiyi kaldıramayacak kıvama gelmişti. Belki de yaşla doğru orantılıydı, 40 yaşındaydı ve içkiye dayanıklılığı gitgide azalıyordu ters bir orantıyla. Tek başına akşam yemeği de yemeyi sevmiyordu. Öğlen yemeği tek başına yendiğinde oldukça havalı görünüyordu. Öğle vakti hoş bir restoranda ufak tefek bir şeyler atıştırmak bile bir kadın için birkaç yargıda bulunmanızı sağlayabilirdi. Mesela o kadının bir işi olduğu, hatta meşgul bir kadın olduğu, özgüveni yüksek olduğu ve bağımsız olduğu çıkarımlarını yapabilirdiniz. Ama akşam yemeği öyle miydi? Akşam yemeği direk yalnızlığı çağrıştırıyordu. Başka yapacak daha iyi bir plan olmadığının habercisiydi sanki. Mutsuzluk, umutsuzluk ve hatta evde kalmışlık hissi veriyordu. Düşündü de aslında bu duygulara o kadar da uzak değildi. Kırk yaşına gelmişti, hiç evlenmemişti, evlenmeyi bırak doğru dürüst uzun bir beraberlik bile yaşamamıştı. Erkekleri ondan uzak tutan bir şey vardı sanki bir büyü.

Tam bunları düşünürken karşıdan karşıya geçmek üzere adımını atmak üzereydi ki korkuyla irkildi. Önünden aniden bir araba geçmişti, sürücü öfkeyle bağırıp kornaya basıyor bir yandan da yayalara kırmızı yanan trafik lambasını işaret ediyordu. Dalgınca gözlerini kaldırıp trafik lambasına baktı. “Evet, kırmızı yanıyormuş, durmam gerekiyor” diye geçirdi içinden. Kırmızıda durulur. Kırmızı ve durmak… Kelimeler beyninden hızla akıyordu. O an çok ani gelişen bir aydınlanma yaşadı. Acaba erkekleri uzak tutan o büyü bedeninde her daim taşıdığı, adına kazıdığı kırmızı mıydı? Tüm bu yalnız yılların sorumlusu kırmızı olabilir miydi? Kırmızı insanları ondan uzak tutuyor, durduruyor muydu? Hatta kaçma hissi mi veriyordu? Bu keşfinin ardından bir kafeye uğrayıp bir şeyler içme isteği de kayboldu. Bir an önce eve gidip düşünmek istiyordu. Düşünmek ve bu konuya açıklık getirmek. Eğer biraz daha sokakta kalırsa ezilme tehlikesi geçirmesi kaçınılmazdı, zira odağını bu konu dışında başka hiçbir konuya çekemiyordu. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Ofisinin evine bu kadar yakın olmasıyla gurur duydu. Eve gidince bu yalnızlık konusunu enine boyuna masaya yatıracak, bir farkındalığa varana kadar da didik didik edecekti. Farkındalık bu evrendeki en önemli mücevherdi. Yıllar yılı farkındalık bilinci olmadan aynı deneyimleri yaşamış durmuş, kendince çözümler üretmiş ancak yine de işin içinden çıkamamıştı. Güzeldi, akıllıydı, nazik ve kibardı, oturmasını kalkmasını bilirdi, iyi bir işi vardı, çevresi tarafından seviliyordu ama gel gör ki erkeklerle olan sıkıntısını bir türlü çözememişti.

Eve gelince su ısıtıcısını ocağa koydu. Elektrikli ısıtıcıları sevmiyordu. Eski tip su ısıtıcılarının sesi sıcak bir hissi, yuva hissini doğuruyordu. Biraz gelenekçi miydi? Belki evet. Bir su ısıtıcısıyla gelenekçi yanını fark etmişti ya helal olsundu ona. Bu farkındalık çalışmaları zihninde yeni kapılar açmıştı. Bir süredir bir grup terapisine devam ediyordu. Yaptıkları drama çalışmalarıyla kendiyle ilgili bir sürü keşfe ulaşmıştı. Tüm din ve öğretiler boşuna içe bakışa çağırmıyordu. Ocaktan suyu alıp kupaya doldururken taştığını fark etmedi bile. Hala aklı kırmızıdaydı. Kırmızının bir sembol olduğunun tabii ki farkındaydı. Farkına vardığı şey yalnızlığının asıl sorumlusunun kendisi olabileceğiydi. Kırmızı kendisiydi neticede! “Kırmızı erkekleri kendinden uzak tutuyor, kırmızı erkekleri kaçırıyor”. Bu cümleler zihninde yankılanınca canı acıdı. Her şeyin sorumluluğunu alacak olmak ağır gelmişti 

Yıllarca hep erkekleri suçlamıştı. Kaba saba, öfkeli ve tabiri caizse öküzlerdi.  Kırmızının etkisi burada da görülüyordu belli ki. Matadorlar gibi öfkeli boynuzluları hayatına çekiyor, onlarla savaşıyordu demek. Kendini elindeki pelerini hayatına giren adamlara sallarken hayal etti. Böyle düşünmesi kıkırdamasına yol açmıştı ama aslında gülünecek bir durum yoktu ortada. Üzgündü, hem de çok üzgün. Zaten gençlik yıllarından beri çok kimseyle birlikte olmamıştı, olduğu adamlarla da hiç mutlu olmamıştı. 40 yaşındaydı ve yapayalnızdı.

Eline çayını alıp yeşil koltuğuna kıvrıldı ve düşünmeye başladı. Fonda Getz/Gilberto çalıyordu. Albümü çok severdi, rahatlamasını sağlıyordu. Zaten son zamanlarda okuduğu kitaplardan zihin ve bedenin bir bütün olduğunu öğrenmişti. Eğer bedeni rahatlarsa, zihni de rahatlayacaktı böylece derin düşüncelere dalabilecekti. Nefesini düzenledi, derin derin nefesler alıyor ve daha uzun bir sürede tüm ciğerini boşaltıyordu. Belli bir dinginliğe ulaştığında, gözünün önüne ilk ilişkisini getirmeye çalıştı. 

Birden zihninde Üniversite’nin avlusunda karşılaştıkları gün belirdi. Hakan komik, esprili bir adamdı. Fakat öfkesini kontrol edemiyordu. Üniversitedeydiler, grupları aynıydı. Kemikleşmiş grup neredeyse her anını birlikte geçiriyordu. Sonra ikisi daha sık görüşür olmuş, gruptan bağımsız da takılmaya başlamışlardı. Yakın arkadaşlıktan ilişkiye geçince hiç bocalamamışlar, fakat zamanla heyecanlarını kaybetmişlerdi.  İlişki Hakan’ın öfke nöbetleri neticesinde kendisine zarar verecek noktaya gelmesinden ve ilgisiz tavırlarından noktalanmıştı. Hakan’dan sonra uzunca bir süre hayatına biri girmemiş, düşünmeye bile değmeyecek birkaç başarısız ilişki deneyimi olmuştu. Ama nafileydi, hep en abuk subuk insanları hayatına çekmeye devam ediyordu. Hakan’dan sonra ilk ciddi ilişkisini Salim’le yaşamış. Sonuç yine hüsran olmuştu. Salim de iyi niyetli biriydi ama hırslıydı. Başarısızlıkları onu öfkeli ve hayattan keyif almaz bir hale sokuyordu. Ayrıca çok ilgisizdi. Hiç sevgisin belli etmiyordu. Bırakın romantik tavırları, onca aylık birlikteliklerinde bir kez bile onu sevdiğini söylememişti. Ali ve Akın da son dönemdeki deneyimleriydi. Artık Akın’la da her şey sarpa sarınca, kimseyle çıkmamaya karar verdi. En azından bir süre erkeklerden uzak duracaktı. Hem ne gerek vardı sonuçta hepsi bokun soyu değiller miydi? Hepsi aynıydı, yaşananlar aynıydı, deneyimler aynıydı, hatta bazen adamlar farklı ama diyaloglar aynıydı. Bu nasıl oluyor diye geçirdi içinden tekrar. Hakan’ı, Salim’i, Ali ve Akın’ı tek tek gözünün önüne getirdi. Hem tip, hem tarz, hem huy olarak birbirinden bu kadar farklı, bu kadar alakasız insanlar nasıl oluyordu da ona hep aynı hisleri yaşatıyorlardı? Hissettiği duygular hep aynıydı: Sevilmeme, beğenilmeme, yeterince ilgi gösterilmeme, kızılma, bağırılma, aşağılanma ve hatta birkaç kere tartaklanma. Hepsinin ortak noktaları öfkeli, hırslı, dik başlı ve seks düşkünü olmalarıydı. Ah neredeyse unutuyordu; cimrilik. Hepsi ölesiye cimrilerdi! Yani insan bir kadınla dışarı çıkınca bu kadar hesapçı olur muydu ya? Öylelerdi hepsinin cebinde akrep vardı, günahlarını vermezlerdi.
Çayından bir yudum daha aldı ve bu kez daha derin düşünmeye zorladı kendini. Bu adamların başka ilişkilerine de şahit olmuştu ve hiç biri ona davrandıkları gibi davranmamışlardı yeni kadınlarına. Hatta aralarından biri evlenmişti ve duyduğuna göre harika bir aile babası olmuştu. Bu nasıl olabiliyordu?  “Bu kadar farklı adamlar, aynı sonuçlar, tek ortak noktaları benim…” diye geçirdi içinden. “Bir liste yapmalıyım” diye düşündü. Sinirlendiğim, katlanamadığım tüm özelliklerini yazmalıyım bu adamların. Ancak o zaman görebilirim ortak noktalarını ve orada yatan gizli nedeni. 

Yerinden kalkıp sakince kalem çekmecesine uzandı. Hareketleri öyle dingindi ki, 5 kalem denemişti ve her zamanki gibi hiç biri yazmıyordu. Normal zamanda olsa kalemlerin durduğu dolabı tekmelemişti fakat şimdi sabırla yazan kalemi bulmak için kendini zorluyordu. Çok garipti, bu nefes çalışmaları işe yaramıştı galiba. Tekrar yerine oturup kalemi kâğıdın üzerine koymasıyla, kelimeler sanki ona danışmaksızın zihninden kâğıda dökülüverdiler. Erkeklerle ilgili tüm yargılarını kâğıda geçiriyor, ne yazdım diye dönüp bakmıyordu bile. Böyle olması gerekiyordu. Düşünmeden yazmalıydı ki bilinçli zihni ondan gerçekleri gizlemesini sağlamasın. “Erkekler” diye başlıyordu listesi:

ERKEKLER
Öfkelerine hakim olamazlar
Kıskançtırlar
İnatçı ve dik kafalıdırlar
Sevgilerini belli etmezler
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamazlar
Sadık değillerdir
Seks düşkünüdürler
Erkek gibi erkek değillerdir
Hiç romantik değillerdir
Sevdikleri için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl edemezler
Arayıp sormazlar, sevgi dolu mesajlar atmazlar
Ruhtan çok dış görünüşe önem verirler
Zayıftırlar
Dürüst değillerdir
Cimridirler

Şimdilik aklına gelenler bunlardı. Evet, elinde bir listesi vardı artık. Hayatına giren tüm erkeklerin ortak noktası bunlardı işte. Hepi topu 15 kalemdi ama deneyimlediğinde gerçekten çok canını sıkıyorlardı. “Tamam, listem hazır” diye geçirdi içinden “ iyi de ben ne yapacağım bu listeyle şimdi?” Biraz daha derin düşünmeye zorladı kendini. Her şey kendisiyle ilgiliydi onu keşfetmişti. Bu listenin de kendisiyle ilgilisi olabilir miydi acaba? Listeyi yavaş yavaş bu kez başına BEN koyarak okumaya başladı.
BEN
Öfkeme hakim olamam
Kıskancım
İnatçı ve dik kafalıyım
Sevgimi belli etmem
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamam
Sadık değilim
Seks düşkünüyüm
Kadın gibi kadın değilim
Hiç romantik değilim
Sevdiklerim için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl edemem
Arayıp sormam, sevgi dolu mesajlar atmam
Ruhtan çok dış görünüşe önem veririm
Zayıfım
Dürüst değilim
Cimriyim
Bir yandan listeyi okuyor, bir yandan da göz yaşlarına hakim olamıyordu. Hepsi kendisi miydi? Doğru muydu tüm bunlar? İçinde bir yerlerde inceden bir ses, neredeyse tüm yazılanların doğru olduğunu ona fısıldıyordu. Evet, öfkesine hakim olamıyor, kıskançlık nöbetleri geçiriyordu. Hatta Hakan’a saldırdığı bile olmuştu. Bunu nasıl göz ardı etmişti yıllarca. Yani öfkesine hakim olamayanın aslında kendisi olduğunu, çok garipti. İnatçı ve dik kafalıydı ayrıca dediğim dedikti de. Başka fikirleri dinler ama yine de bildiğini okurdu. Sevgisini belli etmez, sevdi dolu mesajlar atmazdı. Yıllarca hep karşıdan beklemiş gelmeyince de çok üzülmüştü. Hatta kuzeni Ece’nin çıktığı adamlara şaşardı. Ece hep romantik, sürekli arayıp soran, ciddi ilişkiye aç adamları bulurdu. Acaba öyle miydi hakikaten? Şu an pek emin değildi artık. Kuzenini ve tavırlarını inceledi. Tüm ilişkiyi yürüten, sevgisini belli eden, sürekli arayıp soran oydu. Adamlar da bu sevgi ve ilgi dolu tavırlarına karşılık veriyorlardı belli ki. “Ah Selin ah” diye geçirdi içinden. “Onca yıl boyunca sadece beklemişsin, bir adım atmayı becerememişsin”. Tamam, ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamama, romantik olmama, kadın gibi kadın olmama, sevdiği için sürprizler yapmama kısmını kabul ediyordu ama dürüst olmama, zayıf olma dış görünüşe önem verme, seks düşkünü  ve en önemlisi de cimri olma kısmını kesinlikle kabul etmiyordu. Bunların hiç biri gerçek değildi. Sonra onları da incelemeye başladı. Bu kalemler de onu yansıtıyor olmalıydı ama nasıl? Dürüsttü hem de çok dürüst örneğin. Şimdiye kadar hiçbir romantik ya da diğer ilişkisinde olsun karşı tarafa yalan söylememişti. İçinden bir ses “Peki ya kendine?” diye sordu. O an gözyaşları sanki japon çizgi film karakterlerinin ki gibi iki yandan fışkırıyordu. Öyle ki bir ara verip tuvalete gitmek zorunda kaldı. Döndüğünde fark etmişti, neredeyse kendini bildi bileli kendine yalanlar söylüyor, bu yalanlara da kendini inandırmak için yarattığı türlü bahanelere kendini kaptırıyordu. Kendiyle ilgili bu gerçeği öğrenmek hiç hoşuna gitmemiş, ağır gelmişti bayağı. Diğer kalemlerin de içinden çıkacağını bilmek tüylerini diken diken etti. Zayıf mıydı mesela? Hayır, hep çok güçlüydü ama belki de zayıflığını kapatmak için bu kadar güçlü duruyordu. Güçlü durdukça da hayatına giren adamlar otomatik zayıf rolünü üstleniyor, ona bu şekilde yansıtıyorlardı. Dış görünüşe önem vermek? Hiç alakası yoktu, hep pek de yakışıklı olmayan erkeklerle çıkmıştı. Hakikaten yakışıklı olmayan erkeklerle çıkarak “ben sadece ruha önem veririm” mesajı mı vermek istiyordu insanlara? Böyle düşünmek midesini bulandırdı. Kendi samimiyetsizliği canını acıtmıştı. Seks kısmını da hiç kabul etmiyordu. Hatta seks onun için çok önemsiz kalemlerden biriydi. Sonuçta seks ilişkinin önemli bir unsuruydu ve erkekleri seks düşkünü olmakla suçlayarak aslında kendi seks problemlerini mi kapatmaya çalışıyordu? Bu noktayı şimdilik es geçip sonra tekrar bakmaya karar verdi. Çok önemli bir mevzuydu, kısaca üstünden geçmek aptallık olurdu. Geriye ne kalmıştı? Cimrilik. Hayır, asla kabul etmiyordu, kesinlikle cimri değildi! Parasını düşünmeden harcardı mesela. Ya da çevresine çok rahatlıkla verir, hesapları hiç gocunmadan öderdi. Ve bu yönüyle de çok övünürdü.  Bu şu demek oluyordu o halde, ya içinde var olan cimri yönünü kapatmak için bu denli bonkör davranıyor ya da bonkörlüğünün altını öylesine çiziyordu ki hayatında cimri olan insanlara ihtiyacı vardı. Gittiği grup terapisinde öğrenmişti. Kendimizde altını çizdiğimiz yanlar, en sevdiğimiz özelliklerimiz, bizi biz yapan özellikler aslında en çok bizi yıpratan özelliklerimizdi. Çünkü titizim dediğimizde örneğin, hayatımıza hep pasaklı insanları çekiyor sonra da bundan yakınıyorduk. Nitekim pasaklılar olmazsa bizim titiz olmamızın bir anlamı kalmayacaktı. O zaman bu kadar bonkörlüğünün altını çizmese örneğin o zaman cimri adamlara ihtiyaç duymayacaktı. Tüm bu farkındalıklar da bir bir yüzünde bir tokat gibi patladı. Kendiyle ilgili tüm öğrendikleri canını acıtıyordu. Yıllardır suçladığı adamlar hep kendine ayna tutmuşlar, onu ona yansıtmışlardı demek ki. Bu durum, adamların başka kadınlara tavırlarının farklı olmasını da çok güzel açıklıyordu. Gece saat 2 olmuştu, gözleri kan çanağı gibiydi, kesik kesik nefes alıyordu. Ama bir yandan da yüreğinin üzerinden bir yük kalkmıştı sanki. Rahatlamıştı. Bunları keşfetmesi ileride yeni bir sarmala girmesini engelleyecekti belli ki. Peki, ama tüm bu farkındalıklarla, yani kendisiyle ne yapacaktı? Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç bekleyemezdi. Cevap açıktı kırmızının ölmesi gerekiyordu.  Kırmızı ölecek ve küllerinden yeni bir Selin doğacaktı. Tüm o listedekileri değiştirmek için kendisiyle çalışacaktı. En önce kendine dürüst olacak, listesini hiç unutmayacak, gerekirse tekrar tekrar üzerinden geçecekti. Bugüne kadar öğrendiği bir şey varsa şu hayatta kendisinden başka hiç kimseyi değiştiremeyeceğiydi. O nedenle de madem erkekleri değiştiremiyordu, kendini yalnızlığa mahkum etmişti ve bu fikir onu depresyona sokmuştu ama şimdi kendiyle ilgili bu gerçekleri keşfetmek ona bir umut ışığı doğurmuştu. Erkeklerde değiştirmek istediği her kalemi kendi üzerinde değiştirecek ve sonuca bakacaktı. Artık güzel bir ilişkiye yelken açabilecekti, ah ne güzel bir mutluluktu bu. Meğer her şey temelde çok basitti. Son zamanlarda sürekli karşısına çıkan bir cümleyi hatırladı “Sen değiş dünya değişsin!”

Odasına gidip, akarak yüzünü kapkara yapan makyajını temizledi. Aynadaki aksine gülümsüyordu. Boynundaki kırmızı fuları, bir daha takmamak üzere sakince çıkarıp komedinin üzerine bıraktı. Yarın yepyeni bir gündü. Sabah giyeceklerini hazırladı. Yeni aldığı yeşil kazağını dar kalem eteğinin üzerine özenle yerleştirdi. Hayat güzeldi.
12 Aralık 2014 Cuma 0 yorum

YENİ YIL ÇEVRE DİLEK LİSTESİ

Aşağı sokağımdaki Çiçek Apartmanı 4 numaranın apartman boşluğuna bir yılbaşı ağacı koyulsun istiyorum. Şöyle dalları süslensin ışıklandırılsın, akşamları önünden geçerken kocaman camların ardından bana göz kırpsın. Tam Çiçek Apartmanın çaprazındaki bir süredir boş duran, güzel bahçeli büyük dükkâna da bir kafe açılsın, Avrupa’dakiler gibi. Yazları bahçesi dolsun, kışları içeride kahkahaları yükselen, bir şeyler yiyip içen insanları izleyim penceresinden. Tam sokağıma döndüğümde sağda duran büsbüyük çöp tenekesi kaldırılsın, onun yerine o kocaman çınar ağaçlarından dikilsin. Yürürken topuğumun içine girdiği, yağmurlu günlerde basmamla üzerime birikmiş suyu fışkırtan uzay boşluğundaki avare yıldızlar misali yerle ve yanındaki diğer taşla bağlantısını kaybetmiş kaldırım taşları değiştirilsin.  Islak havada üzerine basınca kaymamı sağlayan görme engelliler için koyulduğu iddia edilen o sarı biçimsiz plastik düzlemler yerine de daha işlevsel bir şeyler koyulsun. Çöp tenekesini geçince yükselen büyük pencereli apartmanın sol bahçe katındaki çok sevdiğim evde oturan yaşlı komşu teyze kalın perdelerini biraz aralasın ki bakmak için mazıların arasından kafamı zürafalar gibi içeri doğru uzatmayım. Sokak köpeklerimiz bazı saldırgan tavırlarını sergilemesinler, grup halinde dolaşmak zorunda değiller, sakin sakin de yürüyebilirler. Hatta öyle uslu uslu yürürlerse kafalarını bile okşayabilirim. Kara kedimiz çılgın tiz sesiyle bağırıp uçarak karşıya geçmesin yüreğim ağzıma geliyor. Yıldız Marketteki suratsız yaşlı amca daha güler yüzlü bir bakkal amcayla yer değiştirsin. Acil durumlarda aradığımda “gönderemem çocuk şimdi dışarda” demesin. Karşı apartmanın kapıcısı beyin neden sürekli canı sıkkın?  Merhaba deyince zorla karşılık veriyor. Zorla değil severek karşılık versin. Kapıcımız Mustafa ağabey benim çöpümü almamak için ben tam eve gelmeden beş dakika önce çöp toplama işini bitirmesin. Yıllar önce çirkin bir pot kırdığımdan beri sıcak ilişkiler kuramadığımız tam karşı dairemde oturan komşularımın yerine eğlenceli, esprili, anlayışlı ve komşuluk ilişkilerinden zevk alan yalnız bir yakışıklı yerleşsin ki şeker filan bittiğinde zorluk çekmeyeyim.

İşte yeni yıldan çevrem için dilediğim dileklerim bunlar. Açıkça görüldüğü üzere dileğim “değişim” bu bağlamda listemi anlamlı bir sözle noktalamak istiyorum: “Çevren değişsin sen değiş!” yoksa “Sen değiş dünya değişsin!” miydi o söz? Her neyse….
28 Kasım 2014 Cuma 0 yorum
Rezervasyonda hata yaptığı için beni çok zor durumda bırakan görevliye sakince "beni çok durumda bıraktığını" hatırlattım ve çözüm için yardım istedim. Bu olay bir kaç zaman önce yaşanmış olsaydı telefonda bile o kadıncağız sağ çıkamazdı emin olun. Zira geride bıraktığım çok leşim vardı. Hata yapanlara karşı katı tutumumun aslında kendime karşı hata affetmez tavrımdan kaynaklandığını fark ettiğimden beri insanlara daha hoşgörülü davranmaya çalışıyordum. İnsandım ve karşımdaki de insandı. Bunu kendime sık sık hatırlatmam gerekiyordu yoksa sıfır hata beklentim yüzünden kendimi ve iş hayatımda başkalarını paralamamam işten değildi. Özel hayatımda sorun yoktu çünkü hatalar zincirleme hatalara neden olmuyordu ve hatalar sadece beni ve evi ilgilendiriyordu ama iş ortamında ufak bir hata bile başkalarını etkiliyordu ve bu çok büyük bir stres hissetmeme neden oluyordu. Gün bitmeye yakındı ama sabır sınavım hala devam ediyordu. Akşam trafiğinde her deliğe yanlış giren, ilk seferde asla bir sokağı bulamayan Bay Taksi Şoförüne yine sakince laf anlatmaya çalışıyordum ama bu benim Kızılay da bir kaç zafer turu atmamı engelleyemedi. İnanç sistemime göre hepimiz birdik, ben vücuttaki tırnaksam örneğin o da tırnaktı ve diğer tırnağa zarar vermem bütüne yani temelde yine kendime zarar vermem anlamına geliyordu. Bu gerçeği bilmeme rağmen Kızılayda o sokak benim bu sokak senin gezerken sinirlerime hakim olmakta çok çok zorlanıyordum. Ve Bay Taksi affetsindi ama kendisini elimden gelse evrenimden fırlatıverecektim çok net! Yıpranmış sinir sistemimle bebeme yemek yapmak için mutfağa girerken bir yandan da diğer insanları ve kendimi incitmeden hayat oyununa nasıl devam edebilirim diye sesli düşünüyordum ki beklediğim cevap hemen gözümün önünde beliriverdi. "Love". Mıknatıslı harflerle buzdolabımın üzerine "Love" yazmıştım ama bir süredir "L" harfi kayıptı ve geri kalan"ove" yazısı sinirimi bozuyordu. Günlerce eksik harfi aradım, yoktu. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Sevgiyi tekrar oluşturmam kolay olmayacaktı anlaşılan. Yine de "ove" yazısını öyle bıraktım bir gün tamamlanacağını umut ederek. İşte bu gün tam bu gün sevgi, dolabımdaki yerini almıştı. Sanırım Safiye Hanım, Cevizin gizlice yürüttüğü bilimum malzemeyi sakladığı paralel evreni keşfetmişti. "Sevgi" dolabımdaki yerini almıştı peki ya kalbimdeki yerini? Eğer orda da tastamam alabilseydi, bu gün öyle korkmuş, öfkeli ve çaresiz hissetmeyecektim. Neyseki evren bana işaretler yoluyla unuttuğum anahtar kelimeyi hatırlatmanın bir yolunu bulmuştu. O an her şey huzura kavuşmuştu ve ben artık ne öfke ne de anksiyete hissediyordum. Ah hayat ne güzeldi. Aşktı, çiçekti, böcekti. Şaka şaka, hala biraz Bay Taksiyi evrenimden atmak istiyorum ve Bayan Rezervasyon canımı sıkmaya devam ediyor, ama biraz! "Love" yazısını görmek bile kalbimi ısıttı tınısını çok severim ben. Bir de işaretler... Onları da severim...
25 Kasım 2014 Salı 0 yorum

KAYIP CENNET



Cennet bir mekan değil, iç huzur ve huşu halidir. Cennete girdiğinde yani zihninin algısını geçmişe odaklamayıp, gelecek kaygını bertaraf ettiğinde ve sadece olanı yaşadığında dünya sanki aniden HD yayına geçmiş gibidir. Kişi ve olayları zihin süzgecinden geçirmeyip hakikat penceresinden baktığinda renkler canlılaşır ve o zamana kadar izlediğin yaşamının aslında siyah beyaz, eski teknoloji bir film olduğunu farkedersin. İşte bu noktada tüm yaratımı huşu içinde izlersin, yaratılan her şey bir mücevher gibi ışıldamaktadır ve sen bu zamana kadar nasıl bu kadar kör olup, gözündeki perdeyi kaldıramadığına ve hemen yanı başındaki cenneti farkedemediğine hayıflanırsın. Ve ola ki zihninin konuşmasına hatta seni kandırmasına izin verir, sana yasak meyveyi sunan şeytana boyun eğer, nefsine yenik düşersen cennetten tekrar kovuluverirsin. Cennetten kovulup ateşlerde yanman an meselesidir. Gerçekliğini yaşadığın dünya bu durumda seçimlerin doğrultusunda oluşturduğun cennetler ve cehennemler döngüsüyle devam ederken, yaratıcının sana vermiş olduğu özgür irade hediyesini cennet yaratacak seçimlerle kullanmamak aptallık olur. 

Cehennem: Konuşan zihnin eline düşmüş, ateşlerde yanan bir benliğin içinde bulunduğu ruhsal durum

Cennet: Konuşan zihnin varlığını bilip fakat algısını o karmaşadan uzaklaştırmayı başarmış, hayatın olağan akışına güvenip kendini teslim etmiş benliğin dinginlik hali, iç huzur

Acı: Hayatın akışına direnerek olacak olanın önüne geçmek için harcanan beyhude çabanın bünyede yarattığı, fiziksel etkileri de olan, duygu durumu

Özgür irade: Yaratıcının insanoğluna bahşettiği, dünya oyununda seçim/ sonuç olgusunu deneyimlemesini sağlayan bir lütuf, mücevher

Cennetin yaratılması: Olacak olanın zaten kişi ve bütünün hayrına olacak şekilde sonuçlanacağını bilen benliğin, nefsin onu korkuya sürükleyen zihin oyunlarına gelmeden varlıklarını kabul edip, kendi özgür iradesiyle iç huzuru yani cenneti seçmesi hali



'Cennet bulman gereken bir yer değil, yapman gereken bir seçimdir.'
22 Kasım 2014 Cumartesi 0 yorum
Uyuklayan güzel" ufak bir nüansla benzer ismi paylaştığı talihsiz prenses gibi sadece bir masal kahramanı değildi. O otuzlu yaşların sonunda, son derece gerçek bir modern çağ insanıydı aynı zamanda. Daha doğar doğmaz iyi kalpli akrabalar ona güzel dileklerini sunarken, kötü kalpli kapitalist sistem perisi "yaşamak için değil, çalışmak için yaşa!" dileğiyle onu sonsuz gibi görünen bir çarka mahkûm etmişti. Cuma akşamı güzel bir plan yapabilecekken, kendini evinin salonunda, göbeğinde haftalardır bitiremediği kitabı, bir yandan bilgisayarını başlatmak için sağ kolunu mümkün olduğunca kanepenin sol köşesine doğru esnetir, bir yandan da sol eliyle whatsapptan mesaj atan arkadaşının yazdıklarını görebilmek için telefonuna uzanır buldu. Çapraz haldeyken neden bu saçma pozisyonda olduğunu düşünüyordu. Bu kadar esneme onu biraz germişti ama olsundu flamenko hocası görse kesin onunla gurur duyardı. Belki de sol kolunu bilgisayara uzatsa her şey onun için daha kolay olacaktı ama Mouse’u kullanmak için sağ eline ihtiyacı vardı. O bir sağlaktı. Tamam bazen de salaktı ama şimdi değil! Tüm bunları düşünürken kızının tam olarak kapatamadığı televizyonun kapkara ekranındaki "sinyal yok" yazısı sinsice ona göz kırptı. Kapatıp ekranı toptan karartmak istedi. Keşke kumanda bedenine bu kadar uzak olmasaydı. Şu an elinde olsa "uzaktan kumandanın adını, "uzak kumanda" olarak değiştirirdi. Kumandanın üzerinde durduğu sehpaya koltuğunun uzaklığı gözüne bir Ankaralı olarak, Atakule'nin Ümitköye uzaklığı kadar feci mesafeli göründü. Öyle yorgundu ki saat on bir olmasına ve bunca uyarana rağmen yine de uyukluyordu. Bu laneti bozabilecek tek şey yaratıcı ve özgür bir hayatın öpücüğüydü. Daha önce bir çok kişi bu çarkı kırmayı denemiş ancak canavara yenik düşmüştü. Bakalım bu öpücük gelip prensesi kurtarabilecek miydi?
5 Ekim 2014 Pazar 0 yorum
                              

Çok aşırı hayvan severken aynı zamanda çok ciddi bir etobursan Kurban Bayramında saf tutamazsın. Bu Bayram da her zamanki Kurban Bayramlarında olduğu gibi "kesmek vahşettir" ile "kurban eti harika" tartışmaları ortasında kalmışsındır. Kurban kesmezsin ama varsa kaçmaz, yersin. TV'de her sene olduğu gibi kaçak kesimcilerin elinden kurtulup kaçan koçları izleyip,  "hadi kaç oğlum" nidaları eşliğinde desteklersin. İzlemek yüreğini burkar, en tatlı Bayram şeker bayramı diye geçirirsin içinden en azından kurban ettiğin tek şey pankreasındır! 

1 Ekim 2014 Çarşamba 0 yorum

BELKİ DE...

                                      

Belki de evrene gönderdiğimiz mesajları yemiyordur uzaylılar hakikaten. Belki de dilek ve isteklerimiz gönderim sıramıza göre en en en beklemediğimiz “istemediğimiz” anda gerçekleştirilmek üzere sıraya konulup, fiziksel evrende hayata geçecekleri günü bekliyorlardır. Belki orda melek ya da işte bu görevle iştigal eden bir takım varlıklar gelen mesajları okuyor, üzerinde düşünüyor, en olmayacak zamanda da gerçekleştirip düşülen komik durumlarla dalga geçiyorlardır. Ay ne bileyim? Ben zaten yaratıcının çok eğlenceli bir espri anlayışı olduğunu daha önceki tecrübelerimde keşfetmiştim ama şu sağ ve sol omzumuzda bulunan iyilik ve kötülüklerimizi yazan sevimli melekler var ya onların da işin içinde olmasından şüpheleniyorum.  Neden mi böyle düşünüyorum? Ya kardeşim bilenler bilir, yıllarca her bindiğim uçak, tren gibi karşı cinsle uzun süre yan yana seyahat edebileceğimiz tüm ulaşım araçlarında şöyle yakışıklı birinin yanıma oturmasını dilerim. Bu artık bir oyun gibi oldu benim için. Uçağa binenleri örneğin daha kapıda kalkış saatlerini beklerken incelerim. Beğendiklerimi yanımdaki boş koltuğa çekmek için büyü, enerji, ışık yollama, hipnoz filan gibi aktivitelere başvururum. Tamam, bu araçları tam olarak kullanamıyor olabilirim ama yaratıcıya aramızdaki telepatik bağlantıyla kesin mesaj atarım. “Lütfen, lütfen, lütfen benim yanıma otursun lütfen!” Zihnimden bu mesajı verirken, yakışıklının nereye oturduğunu incelerim. Ya bir şekilde benim yanımdan geçip arkalarda bir yere geçer ya da daha bana bile ulaşmadan öndeki güzel kızın yanına oturur, kıl olurum.

Bir keresinde tam olarak yanımdaki koltuğa yaklaştırmayı başardım  baktım oturuyor tam “oleyyy” diyecek ve sessizce yumruğumu havadan toplayıp dizime doğru çekecekken, son anda elindeki yer numarasıyla yukarıdaki numaraları karşılaştırdı ve hoop keskin bir hamleyle önümdeki koltuğa oturuverdi. O an yaşadığım şeyi biraz hayal kırıklığı, küçük biraz kızgınlık ve “elimizden ne gelir” gülümsemesi olarak tanımlayabilirim. Peki, ben yıldım mı? Hayır hiç! Olur mu öyle şey. Hep bekledim. Beklerken de yanıma oturan hiç yakışıklı olmayan birçok adam, hiç güzel olmayan sürüsüne bereket kadın, pek hoş havalı olan yine bilumum kadını gözlemledim. Gelmiyordu ama gelecekti emindim. Ben de böylece bekledim bekledim bekledim. Ta ki hiç ama hiç beklemediğim bu sabaha kadar. Ya arkadaş olur mu ya olur mu ? Bu haksızlık değil mi? Komik mi ? Hayır hiç kesinlikle değil. Tamam biraz olabilir.

Baştan başlıyorum. Dün ofisimizin 25. Yıl kokteyli için İstanbul’a gittik topluca. Çok fazla şey taşımayım diye kokteylde giyeceğim kıyafetle gittim. Saçımı toplattım ve atkuyruğu postiş taktım. Gayet havalı görünüyorum. Giderken sorun yok zaten ofistekilerle gideceğim için yanımdakiler ofis arkadaşlarım, yanıma yakışıklı oturtma oyununu oynamadım. Kokteyl çok güzel geçti. Beyaz şarapla hatta beyaz şaraplarla etkinliği tamamladım. Kokteyl bitiminde İstanbul’da yaşayan yakın arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Gece devam ediyordu, bu kez bize Rose eşlik etti. Saat 23:30 gibi evdeydik. En sevdiği filmi koydu arkadaşım yanına da bir Martini Bianco açtı ki pek bayılırım hem de yeşil limonlu. Ben filmi yarım yamalak seyredip Martimi de yarım yamalak içtim. Ama saati yine de 2 ettim. Saat 8’deki uçağım için 5:30’da kalkmam lazım. Peki şimdi ben neden bu kadar ayrıntı veriyorum? Anlayın diye, beni anlayın diye ühü ya ühü. Ağlamak istiyorum. Tüm uzun yolculuklar boyu o yakışıklı yanıma otursun diye yalvardım ve oturdu en sonunda ama ne zaman Allahım ne zaman? En en en çirkin, fena, bitmiş olduğum zaman . Bu haksızlık değil de nedir sorarım size? Bir kere geceden makyajımı temizlemişim ama yine de kalmış ve akmış. Hiç zamanım olmadığı için yüzümü bile yıkayamamışım. Bırak yüzümü yıkamayı dişimi bile fırçalamamışım o derece yani. Üşürüm diye kokteyl elbisemin altına kalın opak çorap giymişim, hem de ters! Saçımı alelacele toplamışım, ucunda da postişimi tutturmuşum. Tutturmuşum diyorum çünkü basbayağı eğreti duruyor. Dilimizde eşek ve kelebekle ilgili durumu çok iyi ifade eden bir söylem vardır ya işte o vaziyet. Üstüm başım sigara kokuyor ama tüm bunlar yetmiyor yetmiyor işte. Ayakkabımın da topuğu kırılıyor ve ben tam oluyorum. Yani bu bir film karesi olsa abartmışlar derim. Ama yukardakiler abartıyı gerçek hayatta kullanmayı seviyor nedense. Neyse lafı uzatmayım ben kendimi baygın bir şekilde Havataş’a atıyorum. Tek istediğim biraz uyumak. Nitekim havaalanına kırk dakikalık bir yolumuz var ve önce burada sonra uçakta kestirsem ofiste uyuklamam. Pencere kenarına geçiyorum ve akşamdan kalmışlıktan ne kadar nefret ettiğimi bir kez daha ve bininci kez hatırlıyorum ki o güzel yüzünü uzaktan gösteriyor. İçimden dua ediyorum. Allahım “lütfen, lütfen, lütfen yanıma oturmasın” . Ne acayip tüm o yıllar yanıma oturtmak için uğraştığım yakışıklı yanıma oturmasın diye dua ediyorum ama o bana doğru yöneliyor. Hassiktir şimdi sıçtık işte. Biraz kıpırdanıp toparlanmak istiyorum. Ama mecalim yok. Bayağı böyle mecalim yok yani kıpırdayamıyorum. İçimdeki Jaws dım dım dım dım dım dım dım dım…. diye şarkı söylüyor. Çantamı atıp boş koltuğu kapatmak istiyorum ama nafile. Yakışıklı hızlı çekimle hoop yanıma oturuveriyor. Otururken de bana pek hoş bir bakış atıyor. Ama ben aynı hoşlukla karşılık veremiyorum. Ya bari dişlerimi fırçalasaydım. Hemen ağzıma bir şeker atıveriyorum. Ne olur ne olmaz konuşmam gerekebilir belki. Neyse ben kolumu kolçağa koyuyorum o da gelip kendi kolunu benimkinin üzerine koyuyor. Böyle kol kola gidiyoruz tüm yol boyu. Ben hiç kıpırdayamıyorum, ayrıca uyurken kafam omzuna düşer, ağzımdan uyku suyu akar diye de uyuyamıyorum hatta kestiremiyorum bile. Öyle kapana kısılmış bir şekilde gidiyoruz gidiyoruz gidiyoruz ve ben onun mükemmel profilini kaçamak bakışlarla seyrediyorum. Yani bu melekler beni çok beklettikleri için sanırım ciddi kıyak geçmişler. Adamın güzelliğinin tarifi yok o derece yani. Ama ne işe yarıyor ki ne işe yarıyor? Zaman geçiyor kolu kolumda yolculuğa devam ediyoruz. Belki o ara içim geçmiş bilemiyorum ama bir kedi sesiyle kendime geliyorum. Böyle miyav miyav otobüste bir kedi. Kendimi daha toparlamadan boş bulunup “kedi mi var” diye içimden cılız bir ses çıkarıyorum. Bu sabahımın ilk konuşması olduğundan travestiden hallice sesim. “Efendim?” der gibi garip kocaman gözlerle bana bakıyor. Evet şimdi duruma bakalım. Yanımda harika bir adam var, ben akşamdan kalma ve korkunç görünüyorum. Kolum adamın kolunun altında mahsur kalmış, kıpırdayamıyorum, uyuyamıyorum ve ilk konuşmamı yapacağım ve adama “kedi mi var?” diye bir soru soruyorum. Sanki ben Twitty çizgi filmindeki Sylvester’ım anasını satayım. “Bir kedi gördüm sanki!” Peh, neyse o an zamanın durmasını ve yok olmayı istiyorum. Zaman durmuyor ama otobüs duruyor nihayet ve ben yakışıklının huzurunda yan koltuğunu, topuğum kırıldığından sekerek,  terk ediyorum. Bu hikâyeden çıkardığım dersler:

1.       Ne dilediğine dikkat et çünkü zamanlamayı sen değil şakacı melekler belirler
2.       Bakkala gitsen bile her daim bakımlı olmalısın
3.       Kediler her yerde olabilir sana ne! ( Bu arada kalkarken farkettim en arkadaki kızın kucağında kedi çantası vardı. Hayal görmemişim yani)


Son olarak yukardakine küçük kısa bir not: Bir şans daha istiyorum lütfen, lütfen lütfen…     
23 Eylül 2014 Salı 0 yorum

BİR GERİLİM HİKAYESİ


Patronunun arama melodisiyle alarmının aynı olması nedeniyle her sabah stresle uyanmasına anlam veremeyen arkadaşının dayatmalarına dayanamayıp, alarmını mutlu mesut bir melodi ile değiştirdiğinden, yani bu sabahtan beri, kendini boşlukta gibi hissediyordu. Her sabah "patron mu alarm mı, patron mu alarm mı?" ikilemiyle zınk diye yataktan fırlarken, bu sabah miskin bir melodiyle uyanmıştı. Hayatında ki gerilimi azaltan arkadaşına ver yansın etti zira gerilim olmadan nasıl yaşanacağını bilmiyordu. O yetmişlerin ortalarında doğmuş her çocuk gibi "Freddy, Elm sokağı kabusu" "Jaws" filan gibi filmlerle büyümüştü. Dım dım dım dım dım dım...Biraz kafein ve çikolataya ihtiyacı vardı. Dolabı açıp boş Nutella kavanozuyla karşılaştı ve umarsızca yerine geri koydu. Regl döneminde tatlı krizine girip boş kavanozla karşılaşmak ekstra gerilim yaratabilirdi. Önemsemedi. İşe gitmek için kapıdan çıkarken hırsız alarmını kurdu ama aklına ani bir soru geldi. Kedinin suyunu değiştirmiş miydi? Ya camı kapatmış mıydı? Suyu değiştirmek ve camı kapatmak için koştu. Saniyelerle yarışıyordu, her an alarm çalıp sabahın köründe tüm apartmanı inletebilirdi. Son saniye kendini dısarı atıp kapıyı çekti. Mazoşit miydi?Yoooo... Tamam belki biraz. Bir iki Freddy içeri girdi, üç dört hemen kapıyı ört...
19 Eylül 2014 Cuma 0 yorum

Soylu kedigiller familyasının Tekir ailesine mensup, bir yılı aşkın "seviyesiz" bir ilişki sürdürdüğümüz yavuklum Ceviz ile biyolojik saatlerimiz hiç uymadığı gibi karakter, zevk ve arzularımız da taban tabana zıt. O çok maceracı bir tip mesela, ekstrem sporları seviyor. O kadar ki 4. Kat penceresinden tam 4 kez gözünü kırpmadan atladı, benim yükseklik korkum var. O yer sofrası seviyor, ben şık masaları. O ukala, kendini beğenmiş ve mağrur, ben doğal, mütevazı, sevecen. O içe dönük, ben dışa. O tüm gece full enerjik ayakta, ben uykuda. Sevişme saatlerimiz bile farklı anasını satayım. O sabahın 6’sında sevişmek istiyor, ben sabah sabah yalanmaktan, öpülmekten, dürtülmekten nefret ediyorum. Akşam gelse ya, sarılsa ya bana, koysam ya kafamı tüylü göğsüne. Yok!
Aşkın gözü kördür derler ya; maşuğun ona uymayan tüm davranışlarını es geçtiğinden, kör olan aşkın gözü değil bayağı aşığın gözü. Çok net! Seviyorum uleynn…
1 Ağustos 2014 Cuma 0 yorum

Yemeğini bile kendi sindirmeyip bakterilerine sindirten tembel hayvanla ciddi empati kurduğum şu gün, sadece kendi sorumluluğumu almanın bana iyi gelmediğini kavramış bulunuyorum. Ya çocuğum tatilden gelsin ya da ben "Taşköprü Sarımsak Geliştirme ve Kalkındırma Derneği"ne üye olup biraz sorumluluk alayım. Taşköprü nerde bilmiyorum üşendiğimden okuyamadım ama sarımsaklar gelişsin istiyorum...
18 Temmuz 2014 Cuma 0 yorum

SARMALLAR , KISIRDÖNGÜLER, EYVAH....!


“Yine daha gerçek bir ilişkiye bile dönüşmeden kopuverdi aralarındaki bağ. Her seferinde aynı şey oluyordu. Önceleri farketmemişti ama şu son zamanlarda farkındalığı arttıkça tüm ilişkilerinin aslında temelde nasılda birbirine benzediğini kavramıştı. Hayatına giren tüm adamlar birbirlerine ne fiziken ne de ruhen benziyordu. Hepsi birbirinden çok farklıydı ve her birinin farklı bir özelliğine vuruluyor, hepsiyle çok çok iyi anlaşıyordu. Flört döneminde tümü bambaşka hisler yaşatıyor, kendini tamamlanmış hissettiriyordu. Güzel geçen cicim günleri boyunca bağlılık olmayan, mutluluk seviyesi yüksek ilişkiler yaşıyordu. Ancak bir gün tüm büyü bozuluyordu. O günün ne zaman geleceği belli değildi ama o gün geldiğinde anlıyordu ki bu ilişkinin de tıpkı diğer ilişkileri gibi ömrü sınırlı. Adamlar ne hikmetse onunla vakit geçirmeye bayılıyor, fiziği için ölüyor, muhteşem seks deneyimleri yaşıyor / yaşatıyor ancak işler biraz ciddileşmeye başlayınca tuhaf bir şekilde geri adım atıyorlardı. Ve ne hikmetse duygularını asla gösteremeyen adamlarla karşılaşıyordu hep. Bu adamlar onu sevdiğini söylemeyi bırak, ağızlarından ne hissettiklerini belli edecek en ufak bir sözcük bile çıkarmıyorlardı. Uzun dönemler hep adamlarda suç buldu. Bağlanamayan, duygu yoksunu, korkak, eril enerjisi düşük adamları buluyordu hep. Aslında tüm adamlar öyleydi kesin, ‘bir tanesi düzgün olmaz mıydı ya?’ Hep aynı sonuç hep aynı sonuç. Sonra aynı adamların başka ilişkilerini ortak arkadaşları vasıtasıyla uzaktan duymaya başladı. Ne kadar sevgi dolu, bağlı, koruyan kollayan, müşfik sevgililer olduklarını. Bu söylemleri duydukça kulaklarına inanamıyor, duyumları aldığı arkadaşlarına aksini ispat etmek için çabalıyor, ‘görürsünüz sonunda gerçek yüzünü gösterecek’ diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Aralarında en sorunlu olan eski sevgilinin evlendiğini duyunca “pes artık” dedi. Bu hikayede bir tuhaflık vardı. Adamların ona gösterdikleri yüzleriyle yeni sevgililerine gösterdikleri yüzleri farklı mıydı? Böyle bir şey olabilir miydi? Yani o, adamları ‘duygusuz, bağlanmaz, kadınları kullanır’ diye tanımlarken demek ki başka kadınlar ‘ sevgi dolu, uysal, sadık’ olarak tanımlıyordu. Eski sevgililer onun bildiği, tanıdığı insanlar değil miydi yoksa? Ya da bu yeni kadınlar kuş mu konduruyorlardı acaba? ‘Bir yerleri altın herhalde!’ diye aklından geçirdi sonra da çirkin ve küçümseyici düşüncesi için kendine kızdı. Peki neydi Allah aşkına bu adamları birden bire “aşk kralı”na dönüştüren şey? Büyü mü yapıyordu ki bu kızlar? Evet kesin büyü yapıyorlardı. Birden çok büyük bir umutsuzluğa kapıldı. Ne olduğunu anlayamıyordu ve anlamadığı sürece de çözemeyecekti. Sanki bir simülasyonda gibiydi. Aynı olayları, farklı adamlarla tekrar tekrar deneyimlemesini sağlayan bir simülasyon. Aynı adamlar ona farklı başkalarına farklı davranıyorsa bu onların karakteri olamazdı. Bu durumda farklı davranılan kişi sadece kendisiydi. O halde sorun kendisinde olabilir miydi? Kendi yaptığı her hangi birşeyde?”

“ ‘Yeter artık diye bağırmak istiyordu yeter!!!!’ ‘Bu kaçıncı iş bu kaçıncı eziyet’. Yıllardır çalışma hayatının içerisindeydi ve resmen patronlarından işkence görüyordu. Parasını vermiyorlar, aşağılıyorlar, yükselmesi gerekirken yerine başka birini terfi ettiriyorlar, sonuna kadar sömürüyorlar ve hakkını yiyorlardı. Hatta bir keresinde sözlü ve fiziksel tacizde bile bulunmuşlardı. Her seferinde büyük bir umutla yeni bir işe giriyor, başlarda gayet güzel sürdürüyordu. Fakat sonra ne oluyorsa oluyor, canavar patron gerçek yüzünü gösteriyordu. Tuhaf olan neredeyse tüm patronların sadece ona bu şekilde davranmasıydı. Son patronu örneğin Selma’nın başını bir okşamadığı kalmıştı. Onu takdir ediyor, seviyor kolluyordu. Ama sıra kendisine gelince adam resmen gestapo kesiliyodu. Yaptığı hiç bir katkı farkedilmiyor, en ufacık hataları bile büyütülüyordu. Ofise prensip gereği en erken o gelir en geç o çıkardı ama bir kez geç kalsın örneğin patron hemen lafını sokmayı ihmal etmezdi. Bu böyle olmayacaktı. En iyisi kendi işini açmaktı. Patronlarla uğraşılmazdı. En iyi patron ölü olandı.”

“ ‘Oğlum biliyor musun?’ dedi ‘bu hayatta babana bile güvenmeyeceksin. Herkes günü gelir mutlaka seni arkandan vurur!’ Çevresinde güvenebileceği bir tane adam yoktu. Tüm arkadaşları sözleşmiş gibi gerçekten de onu arkadan vurmuşlardı. Kimisi sevgilisini elinden almış, kimi parasını büyütme vaatleriyle alıp çar çur edip geri vermemiş, kimisi arkasından türlü işler çevirmişti. Bir tane adam yoktu ki sırtını yaslayıp gerisini düşünmesin. Çağın hastalığıydı bu, herkes fırıldak olmuştu. En basit örnek kardeşi Naci bile babasıyla olan haklı tartışmalarında ortada bırakmış, yanında yer almamıştı. Bütün dünya bir olup ona düşman olmuştu sanki. Hayat çok zalimdi çok. Belki de tası tarağı toplayıp köye yerleşmeliydi. Orada saflığını korumuş insanların hala var olduğunu hayal ederek, rakısından bir yudum alıp uzaklara daldı.”

“ ‘Ağabey sen de evlensen, bir yuva kursan çoluk çocuğa karışsan artık’. Cevap bekleyen teşvik edici bakışlarla bakan kızkardeşine sadece gözlerini devirdi. 40 yaşına gelmişti hala evlenmemişti. Evlenmeyi bırak uzun zamandır ciddi bir ilişkisi bile olmamıştı. Bir zamanlar Tülay’a vurulmuştu, o da tutup en yakın arkadaşıyla kaçmıştı. Sigarasından bir nefes çekti. Kardeşi ne anlardı ki? O kadınların hinliklerini bilmezdi. Nasıl önce cilveleşip sonra başka adamlara gittiklerini. Çok sever gibi yapıp sonra da yüzüstü bırakışlarını. Kardeşi hikayenin tümünü bilmiyor ya da önemsemiyordu ama annesi bile bunu yaptıysa elin karısı neler yapmazdı. Kadınların tümü orospuydu o kadar!”

Hoooppp neler oluyor demek istiyor bazen insan. Gerçekten bir simülasyonda mı yaşıyoruz? İnsanlar farklı, olaylar mı aynı? Hatta olaylar ve kişiler birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen diyaloglar bile aynı sıra içerisinde mi gidiyor? Yukardaki kahramanlar çok tanıdık geliyor değil mi? Bazısı kendi hayatımızdan ya da yakınlarımızın hayatından kareler sanki. Neden sürekli benzer tercübeleri deneyimliyoruz. Neden sanki herşey aynıymış ve hiç değişmeyecekmiş gibi? Sanki herşey inanışlarımızı kanıtlar nitelikte.

Evet kesinlikle öyle. Trik nokta orası. İnançlarımız. Ben bu gerçeği kendi kısır döngülerimle cebelleşirken keşfettim. Sürekli sürekli aynı deneyimi yaşadığımda aslında zihnimin bana, kafamda sıkı sıkıya bağlı olduğum inatçı inanç kalıplarımı adeta kanıtlamak istercesine aynı deneyimleri tekrar tekrar yaşattığını farkettim. Konuyla ilgili aydınlanmamın ardından bir arkadaşımla yaşadığım sohbeti hatırladım. Sanki keşfimi kanıtlar gibiydi. Erkekler hakkında gerçekten aşık olamadıklarına, güvenilmez olduklarına, yalan söylediklerine, aldattıklarına, duygu yoksunu olduklarına dair inançlarım vardı.O arkadaşımla bu fikirlerimi paylaştığımda yüzüme şaşkın şaşkın bakmıştı hiç unutmuyorum. Oldukça çapkın olarak nitelendirebileceğim bu arkadaşımın erkeklerle ilgili inançları benimkine taban tabana zıttı. O, erkeklerin kolayca aşık olup, onun için dünyayı önüne sereceklerine inanıyordu. Ona göre tüm erkekler sevgi dolu, şefkatli, dürüst ve güvenilirdi. Arkadaş olduğumuz süre boyunca birlikte olduğu adamlara baktım. Hakikaten de hepsi ona aşık olmuş, dünyaları önüne sermiş, sevgilerini açıkça göstermiş güzel ruhlu adamlardı. Tamam ilişkileri bir şekilde bitiyordu ama bitmeden önceki dönemlerde çok güzel günler geçiriyorlardı. Ben erkeklere güvenmezken, o sonuna kadar güveniyordu. O hayatına güvenilir adamları çekerken ben güvenilmez olanlarla mücadele ediyordum. Arkadaşım çok şanslıydı ya da bana öyle geliyordu. Uyandıktan sonra farkettiğim şey acı vericiydi. O şanslı filan değildi. Ben de şanssız değildim. O inançları neticesinde kişileri ve ilişkileri deneyimliyordu, ben de öyle. Peki nasıl işliyordu bu sistem?

Valla teknik kısımları ne kadar uğraşşam da hala çok iyi algılayamıyorum. Ancak az çok anladığım bir şey varsa o da evrendeki herşeyin ve herkesin sadece enerjiden ibaret olduğu. 5 duyumuzla deneyimlediğimiz fiziksel evren ve göremediğimiz fiziksel bedeni olmayan tüm varlıklar sadece titreşen enerjilerden başka birşey değil. Ve kuantum fizikçilerinin söylediğine göre deneyimlediğimiz herşey bizim kendi düşünce ve inanç sistemimizin bir yansıması. Düşüncelerimiz de en düşük formda titreşen birer enerji kütlesi. Bu enerjiler benzer şekilde titreşen enerjileri bulup bir mıknatıs gibi çekiyor ve bizim gerçekliğimiz haline getiriyor. Bu durumda ‘bir şeyi 40 kere söylersen olur’ ya da ‘korktuğum başıma geldi’ gibi sözlerin doğruluğunu nasıl da farkediyor insan. Biz erkeklerin dürüst olmadıklarına inandığımız sürece örneğin hayatımıza dürüst olmayan erkekleri çekeceğiz ki bilinçaltımızdaki bu inancı bize tekrar tekrar kanıtlasınlar. Peki bu kısır döngüden kurtulmanın bir yolu var mı?

Çözümün çok kolay olduğunu sanmıyorum. Sadece kendi uyguladığım yöntemlerden bahsedebilirim:

Birinci aşama; inancın kendisini ve kaynağını bulmak. Bunun için arkadaşlarınızla konuşurken mesela, sözlerinize dikkat edebilirsiniz. Tekrar tekrar yaşadığınız deneyimler hakkında yakınlarınızla konuştuğunuzda safiyane olarak bilinçaltındaki düşünceleriniz ortaya kendiliğinden çıkacaktır zaten. Siz dikkat edemiyorsanız onlardan sizin sözlerinize dikkat etmesini isteyebilirsiniz mesela. Bir kere kaynak yargıyı bulduğunuzda gerisi kolaylaşacaktır. Diyelim ki kaynak yargımız ‘tüm patronlar işçilerini aşağılar onlara büyüklük taslar’ olsun. Öncelikle bunu bize ilk düşündüren olayı bulmaya çalışmalıyız. Sakin bir odada burnunuzdan nefes alıp vererek rahatlamak suretiyle, konu üzerinde düşünmenizi tavsiye edeceğim. Benim genelde çok işime yarıyor bu yöntem. İster istemez bir görüntü ya da bir kayıt geliveriyor karşıma ve ben o yargıyı hangi olay vasıtasıyla edindiğimi bilinçsizce hatırlıyorum. Bizim örneğimizde şöyle bir olay yaşanmış olabilir mesela. Esra’nın ilk işe başladığı ofisteki patronu, ufak bir hatası neticesinde diğer çalışanların önünde onu hırpalamış olabilir. Esra o günden sonra öfkesini dindiremediği, affedemediği için bu sıkıntıyı içinden atamamış olabilir. Bu durum onu öyle korkutmuş olur ki bundan sonraki iş yerinde de benzer bir olay yaşayabileceğine odaklanarak yeni ofislerini bu korkuyla seçer. Korku titreşimli düşünceleri yine benzer bir deneyimi hayatına çekecektir. İkinci patronu da aynı olmasa da benzer bir olayla onu küçük düşürür. Artık yargı oluşmuştur ‘tüm patronlar işçilerini aşağılar onlara büyüklük taslar’. O günden sonra ne yaparsa yapsın bu kısır döngüden çıkamayacak, benzer tecrübeleri yeniden yeniden yaşayacaktır. Bu noktaya gelindiğinde Esra’nın yapması gereken ilk şey bu ilk olayı hatırlamaktır.

İkinci aşama; bu olayı bize yaşatan kişiyi ve olayı affetmek ve aramızdaki enerjiyi sevgi enerjisine dönüştürmek. Bu kısmı komik geliyor ama kesinlikle işe yarıyor. Ben bağ kesme ve affetme çalışması çalışması yapıyorum. Önce yine rahat bir odada burnumdan derin nefesler alarak kendimi rahatlatıyorum. Yeterince sakin olduğumu hissettiğimde, affetmem gereken kişiyi bir sandalyeye oturmuş gibi hayal ediyorum. Diğer sandalyede de ben varım. Aramızda da gümüş bir kordon, ya da bir halat var bizi kalplerimizden birbirine bağlayan. O kişiye bana yaşatmış olduğu şu şu olaydan dolayı kızgın olduğumu, o bu şekilde davrandığı için kendimi çok kötü hissettiğimi söylüyprum örneğin. Bu kısmı tamamen size bağlı isterseniz bağırıp çağırabilir, küfredebilirsiniz. İçimdekileri tamamen boşalttığıma ve ufacık bir kızgınlık bile kalmadığına emin emin olduğumda onun da konuşmasına izin veriyorum. Muhtemel söyleyeceği şeyleri tahmin ediyorum zaten ve söyleyeceklerini dinliyorum. Daha sonra elime kocaman bir makas alıyorum ve aramızdaki bağı kesip parçalara ayırıyorum. Yere düşen parçaları elimize alıp mor bir alevin içine atıyoruz beraber. Sonra da birbirimize sarılıp şu sözleri söylüyoruz: “Bana tüm yaşattıkların için seni affediyorum ve böylece seni ve kendimi özgür bırakıyorum.” Kalbimden pembe bir ışığın ona aktığını onun kalbinden de bana bir ışık hüzmesi ulaştığını hayal ediyorum. Pembe sevginin rengiymiş. Böylece birbirimizi seygiyle özgür bırakmış oluyoruz. Neden sevgi derseniz, sevgi en yüksek titreşimli enerji biçimiymiş. Bizim yaratım enerjimiz. Bu durumda aramızdaki ilişkiyi sevgiyle noktalamak kısır döngümüzün yok olmasını sağlayacaktır. En komik sahne bu oluyor aslında. Ben yıllarca “pembe aura, sevgi, meditasyon” gibi sözcüklere aşırı ön yargılı davrandım, hatta çoğu kez dalga geçtim. Siz de o dalgacı tiplerden biri rahatlıkla olabilirsiniz. Sadece deneyin derim ben. Denemekten ne çıkar ki? Valla bende işe yaradı sizde de yarayacağının garantisini veriyorum.

Üçüncü aşama; bu son aşamada eski kayıtları temizlediğimi varsayarak yeni bir kayıt oluşturma evresine giriyorum. Burda da eski kayıtların aksi kayıtları beynime yüklemek kalıyor geriye. Sabah uyandığımda ya da yatmadan önce, biliçaltımın verileri almaya en açık olduğu zaman diliminde olumlamalarımı söylüyorum. Ne kadar çok söylersem o kadar iyi. Hatta son zamanlarda yeni bir yol keşfettim. Telefonuma kendi sesimi 10 dakikaya tekabül edecek şekilde kaydediyorum. 10 dakika boyunca aynı cümleyi tekrarlıyorum ve bu kaydı günde en az iki kere dinliyorum. 21 gün alışkanlıklarımızın oturması için gerekli olan süreymiş. Bu durumda her bir yeni kayıt için 21 güne ihtiyacımız olduğunu unutmamamız gerekir. Bir iki gün yapayım yeter dersek bir işe yarayacağını sanmıyorum.

Olumlama oluşturmak için ayrı bir yazı yazacağım. Ancak kısa şöyle özetleyebilirim. Olumlamalarınızın olumlu cümleler içermesi gerekir. Mesela diyelim ki inancınız “erkekler yalan söyler” idi. Ve siz bu kaydı oluşturan olaya gittiniz, o kişiyi affettiniz ve yukarıda bahsettiğim aşamaları uyguladınız. Sıra yeni kaydın oluşturulmasına geldi. “Erkekler yalan söyler” söyleminin aksi “erkekler yalan söylemez” değil “erkekler dürüsttür” olmalıdır. Çünkü bilinçaltı aptal olduğundan erkekler yalan söylemez dediğinizde bile erkekler ve yalanı aynı kefeye koyup birleştirecektir. Bu durumda en mantıklısı olumlu bir cümle bulmaktır.

Bazen beyinlerimizi hard disk gibi düşünüyorum ben. Düşünsenize yıllar önce bir takım yazılımlar yüklenmiş. Ancak bu yazılımlar artık güncel değil ve hiçbir amaca hizmet etmiyor. Varlıklarını sürdürdükçe de bilgisayarı yavaşlatıyor hatta yanlış çalışmasını sağlıyor. En temizi eski yazılımı silip yeni, güncel, doğru amaca hizmet edecek yazılım yüklemek. Hepimize sarmala yakalanmamış zihinler diliyorum...

Söylediklerinize dikkat edin
düşüncelere dönüşür…
Düşüncelerinize dikkat edin
duygularınıza dönüşür…
Duygularınıza dikkat edin
davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin
alışkanlıklarınıza dönüşür…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin
dğerlerinize dönüşür…
Değerlerinize dikkat edin
karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin
kaderinize dönüşür…

Mahatma Gandhi
11 Temmuz 2014 Cuma 0 yorum

KENDİMLE DOST

“Nefretle baktım. Hiç akıllanmayacaktı. Hep ama hep aynı hataları yapmaya, aynı tepkileri vermeye, aynı acıları çekmeye devam ediyordu. Yıllar içerisinde değişeceğini ummuştum ama nafileydi. O kadar çalışmasına rağmen yine başarılı olamamıştı işte. Yaptığı aptallıkların haddi hesabı yoktu. Ağzından çıkan kelimelere inanamıyordum. Kesin salaktı o kesin salak! Diğer insanlar onu hoş bulduklarını söylüyorlardı ama neresini beğendiklerine hiç anlam veremiyordum. Bir kere vücudu hiç güzel değildi. Şişmandı işte bariz şişman. Yüzü desen hiç birşeye benzemiyordu. Belki elle tutulur bir kaç özelliği vardı ama onlar da bütünün içerisinde kayboluyordu. Evet başarılı olduğu bazı alanlar vardı ama yine de yetmiyordu daha mükemmel olmalı, herkesin sevgisini ve onayını kazanmalıydı. Herkes onu sevmeli beğenmeli takdir etmeliydi. Ama bu öylesine zordu ki. Onun gibi salak, aptal, başarısız, çirkin birini kim sevsindi ki? Sevmeyi ve sevilmeyi hiç ama hiç haketmiyordu!
Bakmaya devam ettim gözlerinin tam içine ve oradaki masum, sevgisiz, çocuk bakışları yakaladım. Bu masumiyet beni daha da  çok rahatsız etti.  Diğer insanlar onu üzebilirdi, biraz güçlenmesi gerekiyordu. Bu neydi böyle? Kendini toparlaması gerekiyordu artık. Kendini koruması... Yoksa onaylanmazdı, sevilmezdi, acı çekerdi. Kendine gelmesi için vurdum, sonra bir daha ve bir daha. Avuç içlerim kesilmişti fakat acı hissetmiyordum. Kırık aynadan yansıyan aksim hala onu sevmeyen bana masum ve çaresizce bakmayı sürdürüyordu.”

Tamam biraz abartmış olabilirim ama kendimize yaşattığımız cehennemi aşağı yukarı dile getirmiş olduğumu düşünüyorum. Kendimize hiç kimseye olmadığımız kadar acımasız, yargılayıcı, aşağılayıcı ve vurdumduymazız. Yani en azından ben öyleyim.
Küçüklüğümü hatırladım şimdi. Kendimi çirkin olduğuma öyle inandırmıştım ki, okulun en yakışıklı çocuğu benimle ilgilendiğinde altında bir bit yeniği aramış, olayın güzelliğini ve keyfini yaşayacağım yerde, kendimi bir endişeden diğerine sürüklemiştim.  Çocuğun da kafasını da karıştırmış en sonunda  aşkımı içime gömmüştüm. Benim gibi çirkin, esmer, şişko bir kızı neden beğensindi ki? Hem de okulun en yakışıklı çocuğu beni beğenecekti. Peh! Yıllar geçip de ilgiler artınca artık bellki de o kadar çirkin olamayabileceğimi düşündüm. Ama yine de şu kıvırcık saçlarım kesinlikle düzleştirilmeli, kirpiklerim kıvırılmalıydı. Rimelsiz kirpikli yüzümden nefret ediyordum. Saçlarımın kıvırcık olduğunu daha iki sene öncesine kadar o kadar az insan bilirdi ki, saçlarımı oldukları haliyle kabul edip, kullanmaya başladığımda insanlar perma yaptırdığımı düşündüler . Kendimi sadece dış görünüş olarak değil, davranış olarak da pek beğenmiyordum. Yaptığım her davranışın, söylediğim her sözün insanlar tarafından onaylanmasını istiyordum. Ben sevilmeli, beğenilmeli, takdir edilmeliydim. Hep toplum tarafından onaylanan şeyleri yapmaya zorladım kendimi istesem de istemesem de. Böylece onaylanacak ve sevilecektim. Küçükken hep “ay ne akıllı uslu kız” derlerdi babannemin arkadaşları. Böylece bilinçaltıma yer eden “akıllı uslu kız olmalı, taşkınlıklar yapmamalıyım” mesajı üniversiteye kadar sürdü. Daha sonra üniversitede kabul görmek için “akıllı uslu kız olmak yerine rahat kız olmalısın” mesajı beynime zerk edildi bir şekilde. Bu kez de daha asi, rahat, vurdumduymaz tavırlar geliştirdim. Okulda tanıştığım ve sonra evleneceğim adamla işte bu kendini henüz bulamamış ruh hali içerisinde evlendim. O benim bir yüzümle evlenmişti, ama içimde başka yüzler , başka kalıplar, inanışlar, ruh halleri vardı. Ama ben ona sadece “tatlı, sevimli, anlayışlı, yemek pişiren, sevişmeyi seven, iyi anne, iyi evlat...” yüzümü gösteriyordum. Şimdi dönüp baktığımda bunların hiç biri ben değilmişim. Hep “mış” gibi yaşanan yıllar, hep “mış” gibi takılan maskeler. Hatırlıyorum da o yıllarda istediğim gibi bile giyinmiyor, konuşmuyor, fikrimi ifade etmiyor hatta sevişmiyordum. Tek istediğim onun beni beğenmesi ve onaylamasıydı. Hatta sadece onun değil tüm dünyanın beni beğenmesi ve onaylamasıydı derdim.

Bu “mış” gibi durum beni çok sıkmaya ve bunaltmaya başlamıştı. İçimde öyle bir şey vardı ki, sanki kabuk değiştiren yılanın eski kabuğundan sıyrılması gibi, fırsat verilse o kabuktan çıkacak kendimi serbest bırakacaktım . Özgürlüğüm içinde bulunduğum mevcut durum içerisinde imkansız görünüyordu. Kurduğum düzen öylesine tıkır tıkır işliyordu ki, “ben artık bu Banu olmak istemiyorum, ben eş, anne, çalışan, evlat, o, bu, şu olmak istemiyorum, içimde çok farklı bişeyler var, onun çıkması için fırsat vermek istiyorum” desem insanlar aklımı oynattığımı sanabilirlerdi. Çünkü dışardan bakıldığından herşey çok güzel hatta mükemmel görünüyordu. Ve ben bu mükemmellikle, içimde dışarı çıkmak için çırpınıp duran, ruhumu bunaltan “Unab” arasında kafayı yemek üzereydim. Unab Banu’nun tam aksiydi. Hiç de mükemmel değildi, evcil değildi, tuhaf giyinmeyi seviyordu, akıllı uslu hiç değildi hatta anaç bile değildi. Öylesine asi ve sıradandı ki Banu onun ortaya çıkabilme ihtimalinden bile ürküyordu. Bu çelişkiler uzayıp gider, yıllar geçerken hayatımın olaylar ve kayıplar silsilesinin ilk ayağı olan sevdiğim adamın kaybıyla her şey bir anda alt üst oldu. Tam anlamıyla alt üst! Ben bir yandan yas süreciyle ve diğer kayıplarımla mücadele ederken bir yandan da suçluluk duygumla ciddi bir savaş halindeydim. Herşey benim suçumdu. Muhteşem giden herşeyi Unab bir şekilde bozmuştu. O sıkılıp bunaldığı, ortaya çıkmak için yalvardığı için bunlar başıma gelmişti. Tanrı beni cezalandırıyordu. Unab yakaladığı fırsattan kendine çıkış yolları arayadursun, Banu da gitgide kan kaybediyordu. Yıllarca oluşturmak için çabaladığı dış mükemmmelliği yavaş yavaş çatlaklar vermeye başlamış, Unab bu çatlaklardan kendine büyük delikler açmıştı. Kendime iyice öfkelenir olmuştum. En azından eski Banu, benim tarafından çok sevilip onaylanmasa da başkaları tarafından onaylanıyor ve seviliyordu. Bu Unab’ın ise onaylanacağı meçhuldü, hatta reddedilip dışlanacağına adım gibi emindim.

Şu an tüm bu iç dünyamda yaşadığım karmaşaya baktığımda, ne başkaları için yaşayan Banu’yu ne de kendini ifade etmeye çalışan Unab’ı hiç sevmediğimi farkediyorum . Aslında beni sevmeyen, onaylamayan, takdir etmeyen sadece kendimdim. Ve tüm bunları benim adıma başkalarının, etrafımdaki  insanların yapmasını istiyordum. Fakat kendimi tanımadığımdan, başkalarını da tam olarak tanımıyor, onların nasıl bir Banu istediklerine kendi doğrularımca karar veriyor, o doğrulara da uyamadığım zaman kendimi ,  tarafımdan geliştirilmiş sevgisizlik, yargı ve aşağılama taktikleriyle cezalandırıyordum. Tüm bunları neden yapıyordum bilmiyorum, ama bu ceza işinde başarılı olduğum aşikardı. Hala seviliyordum. Çok geniş bir çevrem vardı.Hayatıma çok güzel insanlar giriyor, benimle vakit geçirmekten keyif alıyorlardı. Ama bu da bana yetmiyordu daha çok sevilmeli, daha çok onaylanmalıydım. Sanki sevgi kasem hala boştu, kalbim hiç sevilmemiş gibi ürkekti. Çok uzun süren mutsuzluk devreleri ve dışarıya hiç yansımayan gizli depresyonlarımın ardından eğildiğim ruhani çalışmalar neticesinde aslında onaylanma ve sevilme ihtiyacımın tek ve bir tek kişi tarafından karşılanabileceğini öğrendim. KENDİM!!! Ben kendimi hiç sevmiyor ve onaylamıyordum ki başkaları beni sevsin ve onaylasın. Ben kendimin hiç mi hiç farkında değildim ki, başkaları farketsin.Artan farkındalığım neticesinde kendime bakma çalışmalarımı sürdürdüm. Sonsuz huzur ve mutluluğun ilk adımı olan kendini sevme çalışmalarına ilk o dönemlerde başladım. Çalışma derken sanki kolay bir işmiş gibi düşünmeyin lütfen. Özsevgi çalışmaları ciddi emek ve özveri isteyen bir iştir. Zaman ve adanmışlık gerektirir. Ve maalesef ki, kanaatimce, bir ömür boyu sürer. Peki nedir bu kendini sevme meselesi Allah aşkına? Tenimize dokunup cicileyecek miyiz? Yoksa kollarımızı kendimize dolayarak aşkımızı ilan edip, hata yapınca başımızı mı sıvazlayacağız?
Tam olarak bu değil tabii ama çalışmalar içerisinde bu gibi yöntemler de kullanabiliriz elbet. Bence öncelikle kendimizi sevmek ne demek ona bir bakmalıyız. Kendimizi sevmek, tamamen olduğumuz gibi, her halimizle kendimizi kabul etmek, her halimizi yeterli bulmak, doğrumuzla yanlışımızla tüm duygu ve davranışlarımızı onaylamak, hatalarımıza kızsak bile affetmek, tüm dünyada başka bir aynımız daha olmadığının bilincinde olup varoluşumuzla onur duymak anlamına geliyor. Biraz karışık gibi görünse de kendini sevmek tamamen kendin olup bundan da utanç duymamak ve kendin olmaya müsaade etmekten başka bir şey değil aslında. Tamam da yöntem nedir diye sorabilirsiniz. Bence yol ve yöntemler kişilerin kendilerini nasıl hissettikleriyle alakalıdır. Burada açıklayacağım size hiç uymayan bir yöntem kendinizi iyi hissettirmek yerine kötü hissettirebilir. Temelde işin özünü kavrarsanız kendi yönteminizi kendiniz geliştirebilirsiniz, bulmuş olduğunuz o yöntem daha faydalı olacaktır.

İlk çalışma olarak ayna çalışması yaptım ben örneğin. Yani elime bir ayna aldım ve tam gözlerimin içine baktım. Önceleri inanılmaz zorlandım. Gözlerin derinliklerinde ruhları görebilirsiniz biliyorsunuz. Kendi ruhumla karşılaşmak beni ürküttü biraz. Benim tarafımdan o kadar tenkit edilmiş, uyarılmış ve affedilmemişti ki, sevgiye muhtaç ufacık masum bir kız çocuğu gibiydi. Ona seni seviyorum demek beni fazlasıyla zorladı. Her sabah kalkıp aynaya bakıp “seni seviyor ve onaylıyorum Banu. Sen olduğun halinle tam ve mükemmelsin” diyordum. Yatmadan önce de yaptığım bu çalışmayla olumlamalarımı pekiştiriyordum. Sabah kalkınca ve uykuya dalmadan önce olması bilinçaltına gönderilen mesajların itiraz edilmeden kabul edilmesi içindir. Bilinçaltı aptaldır, verdiğiniz komutları kabul eder. Ancak gün içerisinde meşgul olduğundan kabul süreci gecikecektir. O nedenle uyku öncesi ve sonrası bu çalışmaları yapmak süreci kısaltır. Yapmış olduğum olumlama çalışmaları başka bir yazının konusu. Ancak öneminin altını yeterince çizebilmişimdir umarım. Yıllarca bilinçaltımıza ne kadar yetersiz, değersiz, aptal ve çirkin olduğumuz mesajını yüklediğimiz düşünülürse temizlenmesi de o kadar kolay olmayacaktır. Eski kayıtları silip yerine yeni tohumlar ekmek bir süreç gerektirir ve bunun içinde en önemlisi istikrar ve değişme arzusudur.
Olumlama çalışmalarınızı yaparken bir yandan da bedeninize daha fazla özen gösterebilirsiniz mesela. Onu güzel yiyeceklerle besleyebilir, uykusuna özen gösterebilir, masaj yapabilir ve kötü kullanımınıza rağmen size vermiş olduğu maksimum hizmet için ona teşekkür edebilirsiniz. Her sabah örneğin ben, duştan sonra vücudumu kremliyorum ve kremlerken de her uzvuma sıra geldiğinde onlara teşekkür ediyorum. Mesela ayaklarımı ovalarken onlara “ bana katlandığınız, hiç yorulmadan yollar katettiğiniz ve dans etmemi sağladığınız için size teşekkür ederim” diyorum. Kulağa komik geliyor biliyorum ama ben gerçekten bunu yapıyorum ve yaparken de kendimi çok iyi hissediyorum.
Tüm bu çalışmaları gerçekleştirirken keşfettiğim en güzel çıkarım kendimle düşman değil dost olmam, kendime bir ebeveyn gibi davranmam gerektiğidir. Dostlar birbirlerini incitmemeye çalışırlar. Hükmetmez, aşağılamaz, kötülemezler. Destek olurlar, affedici olurlar, yargılamazlar. Eleştireceklerse de yapıcı ve kırıcı olmayan bir biçimde eleştirirler. Dertleri üzmek değil daha iyiye ilerletmektir.Ebeveynler keza çocuklarının sadece iyiliklerini isterler. Ne kadar hata yaparsa yapsın onları affeder, yeniden yollarına devam etmesi için teşvik ederler. Ruhen, bedenen ve zihnen çocuklarını beslerler, eksiklerini tamamlamaları için fırsat yaratırlar. Kısaca çocuklarının daha iyi bir versiyonunun yaratılmasına katkıda bulunmak için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. İşte kendimize davranış biçimimiz de tamamen böyle olmalıdır. Ben az çok bu yolda ilerliyorum. Kendimde eleştirecek bir yan bulsam hemen şu soruyu yöneltiyorum. “Bunu yapan dostum olsa ona ne derdim?” Bu bakış açısı bana o kadar güzel bir yol açtı ki, artık kendimi sakinleştirmeyi, rahatlatmayı ve desteklemeyi çok daha iyi beceriyorum.

Peki ben benim arkadaşım olsam bana nasıl davranırdım? Aptallıklarımı ve patavatsızlıklarımı gülerek dinlerdim mesela. Fazla kilolarımla dalga geçmek yerine diyete teşvik ederdim. Ayrılıkla biten aşk maceralarımı empatiyle dinler, eleştirmek yerine yargılamadan sarılır herşeyin yakında geçmişte kalacağını hatırlatırdım. Ve en önemlisi de ona sevdiğimi söyler ne olursa olsun benim için özel olduğunu belirterek onu rahatlatırdım. Yaşamımda tüm yol boyunca kendime eşlik edecek tek kişi yine ben olduğuma göre kendimle dost olmak hayrıma olacaktır.


Kendimizle kurulacak yeni dostluklarımızın şerefine...

Sevgiyle
9 Temmuz 2014 Çarşamba 0 yorum


Ruhani kaynaklar:

 Korkularını bertaraf et, küçüklük hayallerinin peşinden git, mutluluğu orada bulacaksın.

Küçüklük hayallerim:

 Astronot, dedektif, şarkıcı olmak...

Gerçekler: 

-TR bir 100 sene kadar daha astronot yetiştiremeyeceğinden en fazla astrolog olabilirim o piyasada da Rezzan Kiraz’dan ciddi anlamda korkuyorum. 

-TR’de dedektif olunuyor olmasına da eş takibi, ihanet araştırması filan yapılıyor. Yuva yıkmaktan korkuyorum.

-Şarkıcı olursam da dinleyiciler üzerinde kalıcı duyma bozukluğuna yol açarım diye korkuyorum. 


Evet doğruymuş işte hep korkularım mutluluğumun önüne geçiyor! Hayalkırılklığı ve muz kabuğu...
19 Haziran 2014 Perşembe 0 yorum

5 BULUŞMA KURAL İHLALİ


Apartmandan çıktığında kendini bok gibi hissediyordu. Kelimenin tam anlamıyla bok, hatta bombok. Hislerine bir türlü anlam veremedi. Biraz önce adamın evinden ayrılırken ne kadar da şen şakraktı. Kapının eşiğinden yaptığı birkaç espiriye kikirdeyerek karşılık vermişti ama işte iki üç merdiven sonra huzursuzluk içini kara bir bulut gibi kaplayıvermişti.“Bence iki çeşit fil var” diye geçirdi aklından. “Biri şu National Geografic’de izlediğimiz kocaman sevimli yaratık, diğeri de şu an göğüs kafesimin üstünde oturan kocaman sevimsiz ağırlık!”

Evleri çok yakındı, yürüyebilirdi ama yağmur yağıyordu. Tam taksi için elini kaldırmıştı ki telefonunun o korkunç melodisi duyuldu. Melodiden ziyade bir bilim kurgu filminin, uzaylı istila sahnesi geri plan müziği gibiydi. İlk duyulduğunda gerçekten ürkütüyordu. Ayrıca patronunun arama melodisiyle sabah alarmının melodisini de aynı yapmıştı. Her sabah patronu arıyormuş gibi endişeyle uyanıyordu. Bunu kendine neden yaptığını düşündü. Belki de kendine acı çektirmekten zevk alıyordu. Mazoşist miydi? Sanmıyordu ama yine de biraz acı zevkli olabilir diye geçirdi içinden. Nihayet kocaman çantasındaki diğer gereksiz herşeyi elleyip, debelendikten sonra  telefonuna ulaşmış ve beşinci çalışında açmayı başarmıştı.

“Alo?”
“Aşk kraliçesiyle mi görüşüyorum?”
“Pek sayılmaz!”
“Nedenmiş o?”
“Kendimi kraliçeden çok araba altında ezilmiş sümüklü böcek olarak tanımlardım”
“Aaa neden ki o?”
“Off ya klasik mevzu işte. Dün gece onda kaldım”
“Eee ne var ki bunda?
“Ne demek ne var? Sevişmeden önce 5 buluşma kuralını ihlal etmiş oldum!”

Yakın arkadaşı telefonu kapatmadan önce “sevişmeden önce en az 5 buluşma kuralı”nın saçmalığı hakkında mantıklı açıklamalarda bulunmuş, onu böcek gibi hissetmekten kurtarmak için elinden gelen tüm şirinliği yapmıştı ama ne söylediyse nafileydi. Nedense adamın tüm ilgisinin bu erken sevişme nedeniyle kaybolacağına inandırmıştı kendini. Ve bu düşünce içini kemiriyordu.

Kendini eve atıp su ısıtıcısının düğmesine bastı. Aktarın hazırladığı bitki çayı karışımı iyi gelirdi belki kafa karışıklığına. Keşke geçen gün internette gördüğü depresyon kazağından sipariş etseydi. Şu an o kazağa o kadar ihtiyacı vardı ki. Kafası ve kolları dahil tüm uzuvlarını o kazağın içine saklamak istiyordu. Belki de yatağa uzanıp kendini yorganın altına gömmeliydi. Aslında boşuna endişeleniyor da olabilirdi. Belki de adam o kadar erken seviştiği için onu yargılamazdı. Dünyadaki adaletsiz düzene lanet okudu. “Erkeklere eşitiz” diye bas bas bağıran kadınlar geldi aklına. Yaptıkları ne beyhude bir çabaydı. Bir kızla beşinci buluşmasında yattı diye hangi erkek kendini depresyon kazağına gömmek isterdi ki Allah aşkına?  Erkeni bırak geç olduğunu bile düşünürdü adamlar. Aslında ona göre görür görmez bile yatağa gidilebilirdi sonuçta bu bir sevgi paylaşım biçimiydi. O an karşındakinden çok etkilenmişsen ve içine almak, ruhuna dokunmak istiyorsan kim engel olabilirdi ki? Ama öyle değildi işte. En çağdaş görünen erkek bile eninde sonunda kadınları sınıflandırıyordu ve erken sevişmenin bedeli “eğlenilecek kız” damgasını yemekti. “Eğlenilecek kız” erkek tarafından hak edilen yeterli ilgi ve sevgiyi hak edemeyecek kız anlamına gelmekteydi. Yani kız bir kere o yaftayı yemişse, artık ağzıyla kuş tutsa, kırk takla atsa bile değer verilen kız kategorisine giremezdi.

Yağmur hala tüm yoğunluğuyla devam ediyordu . Evet emindi kesinlikle yağmurdan hoşlanmıyordu. Zaten daralan içini iyice daraltıyordu. Kupasına önce sıcak suyu koydu, bitkilerden bir tutam atsa yeterdi. Geçen sefer çok fazla koymuştu da tüm akşamı uyuklayarak geçirmişti. Sadece rahatlamak istiyordu uyuklamak değil. En sevdiği koltuğun en sevdiği köşesine kıvrıldı. Tüm gece yavaş yavaş gözünün önünden geçmeye başladı.

Önceki akşam üzeri adam aramış buluşmak istediğini söylemişti. Tüm gün bu çağrıyı beklediği için çok heyecanlanmamıştı ama adam onu evine davet edince işte nefesi kesilmişti. Kapının çaldığı bahanesiyle telefonu apar topar kapatıp,  hemen bir hışım onları tanıştıran arkadaşını aradı. Adamın evine gitmek, hem de erken gitmek çok tehlikeli olabilirdi. Aslında gitmeyi çok istiyordu ama onay almaya ihtiyacı vardı. Arkadaşı telefonda içini rahatlatacak bişey söylememişti doğrusu. “Evdeki gidişat tamamen senin tavırlarına bağlı” demişti. “Tabii ki adam üstüne atlayacak değil. Sen eline koluna hakim olursan sıkıntı olmaz. Ama sana tavsiyem içki içme. İçki içince kontrolü kaybediyorsun biliyorsun”. Evet biliyordu! İçki içince kontrolü kaybedebiliyordu ve bu durum daha önceden de başına bela açmıştı. Sonunda kararını verdi. Gidecekti ama içki teklifini reddedecekti ve makul bir saatte evine dönecekti. O kadar zor olamazdı. Hem adamın yaşadığı evi çok merak ediyordu. Birinin yaşadığı ev onu anlatırdı. Ve önüne gelmiş bu hızlandırılmış tanıma fırsatını kaçırmak istemiyordu.

Taksi’de sürekli içki içmemesi ve erken kalkması gerektiğini kendine telkin etti. Adam kapıyı açtığında ise tüm telkinleri uçup gitmişti. Kapı kısa bir koridordan, sade ama şık döşenmiş bir salona açılıyordu. İki kişilik romantik bir masa hazırlamıştı. İki kadeh ve peynir tabağı yanında ufak tefek atıştırmalıklar. Bu güzel sunum karşısında adam puan kazanmış ama kendisi kaybetmişti. Zira bu masada oturup da soda içeceğini söyleyemezdi. Evi gözleriyle tararken bir yandan da “ sadece bir kadeh içerim” diye geçirdi içinden. Adam her zamanki sıcaklığıyla kendisini masaya davet etmiş ama gerginliğinin de nedenini sormayı ihmal etmemişti. Nasıl gergin olmasındı ki? Bir kere etkilendiği adamın evindeydi, yalnızlardı ve içki masasında oturuyordu. Şimdi bundan sonrası artık ona kalmıştı. Tüm hünerini gösterip ustaca ikinci içki kadehini reddedip, erkenden mekanı terketmeliydi.

Elbette herşey planladığı gibi gitmiyordu. Konular birbirini kovalıyor, muhabbet iyice derinleşiyordu. Bu arada neredeyse şişeyi bitirmiş ve ikinci şişeye başlamışlardı ve saat çoktan gece yarısını geçmişti. Tuvalete gidip döndüğünde adamı masadan kalkıp koltuğa oturmuş buldu. Kalbi çarpıyordu. İki kişilik koltuğa onun yanına oturursa kişisel alanlarında bir yakınlaşma doğmuş olacaktı ve bu tehlike sınırlarına bir adım daha yaklaşmak anlamına geliyordu. Başka bir koltuğa oturmak ise komik bir hareket olacaktı. Komik olandansa tehlikeli olana yönelmek her zaman daha çekiciydi ve gidip adamın uzun bacaklarının yanına ilişti. Beş dakika geçmiş ya da geçmemişti ki aniden toparlandı ve “Ben gidiyorum” diye tısladı. Adam şaşırmıştı fakat sakince “Bu gece kal istersen, istemediğin hiçbir şey olmaz merak etme” dedi. “Çok içtik ve bu saatte seni eve bırakmaya çok üşeniyorum.” Bu sevimli itiraf karşısında bu kez şaşırma sırası ondaydı. Birkaç saniye kafasında muhakeme yaptı ve kalmaya karar verdi. Vermiş olduğu karardan sonra da artık daha fazla sorgulamanın doğru olamayacağını düşündü. Neticede almış olduğu bir karar vardı ve artık endişelerle kafasını şişirip bu anı mahvetmenin anlamı yoktu. Adam eline kendisine kocaman gelecek bir tişört tutuşturdu. Sonra da elinden tutup odasına götürdü. Yatağa uzandıklarında hala çok endişeliydi. Kendini korumaya alması gerektiğini hissediyordu ama o kadar savunmasız bir pozisyondaydı ki. Kuzu kuzu bir adamın yatağına girmişti, şimdi de kendini korumaya çalışıyordu. O an hiçbirşey söylemeden kaçmak iyi bir fikirmiş gibi göründü. Öylece eşyalarını toplayıp kaçmak. Fakat bunu yaparsa adam onun deli olduğunu düşünecekti. Zaten herkes onun deli olduğunu düşünüyordu. Henüz bu yönünün açıkça ortaya dökülmesine hazır değildi. Derin bir nefes aldı ve içgüdüsel olarak sırtını adama döndü. Adam da son derece sıcak bir şekilde gelip sırtından ona sarıldı. Sıcak nefesini yoğun bir şekilde hissediyordu. Adam sarılmanın dışında hiç bir harekette bulunmadı. Sadece birkaç saniye sonra uzanıp yanağına bir öpücük kondurdu. Bu davranıştan çok etkilenmişti. Resmen acele etmiyor, onun istemediği bir şey yapmak için ısrar etmiyordu. Bu olgun davranış neticesinde gözleri doldu. Yıllarca saçma sapan ilişkilere girmiş, aptal heriflerle takılmıştı. Bazen hiç istemediği halde adamların ısrarlarına dayanamayıp yataklarına girdiği bile olmuştu. Bu anılarını tiksintiyle hatırladı. Şimdi bu adamın yanında tek hissettiği şey huzurdu. Ve keyfini çıkarmaya karar vermişti. Birkaç dakika sonra her ikisi de kendilerini uykunun karşı konulmaz gücüne teslim ettiler.

Sabah uyandığında bir çift kolun boğazının etrafından dolanıp vücudunu ahtapot gibi sardığını farketti. Kolları yavaşça yatağa bırakıp, parmak ucunda yüzünü yıkamak üzere banyoya gitti. Makyajını çıkaramadığından rimeli akmış tüm yüzüne yayılmıştı. Kıvırcık saçları tepesine toplanmıştı ve kocaman tişörtüyle küçük bir varil gibi görünüyordu. Aynadaki aksine dil çıkardı. Diş fırçalarıının arasından kendisininkini aradı. “Benim diş fırçam hangisi acaba?” diye aklından geçirince yüzünü bir gülümseme kapladı. Adamla tanışalı daha iki hafta olmuştu ve evinde şimdiden bir diş fırçası vardı ve bu durum onu keyiflendirmişti. Dün tişört verdikten sonra bir de diş fırçası temin etmişti ısrarlarına dayanamayıp. Fırçaladıktan sonra özenle adamınkinin yanına koydu. Fırçaları yan yana dursun istiyordu, bunu çok romantik bulmuştu.

Yine parmak ucunda salona gitti. Evi ilk kez alıcı gözle inceliyordu. Adamın ince zevkinden gerçekten çok etkilenmişti. Herşey inanılmaz düzenliydi. Hatta fazla düzenli! “Bu eve sürekli kadın geliyordur” diye geçirdi içinden, “zira bu kadar düzenli ve temiz olması mümkün değil”. Kütüphanede bir sürü kitap vardı. Çok garipti sanki kendi kütüphanesine bakıyordu. Kitapları neredeyse birbirinin aynıydı. Bu durum yine istemsiz gülümsemesine yol açmıştı. Kitap zevkleri bile uyumluydu. Birlikteyken çok eğleniyorlardı, Espiri anlayışları kesinlikle birbirini tutuyordu. Daha ne olsundu? Bu adam kesinlikle ideal sevgili adayıydı. Etrafa göz gezdirmeye devam ederken dün birlikte oturdukları ikili koltuğa resmen kendini bıraktı. Hala sabahın 7’siydi ve çok uykusu vardı. Ve o yatağa geri dönemezdi. Ama çekip de gidemezdi çünkü bu çok büyük bir saygısızlık olurdu. Salonda kalıp uyanmasını beklemeye karar verdi. Bu arada eline bir kitap alıp, kahve içerdi belki. Sessiz olmaya çalışarak kahveyi aramaya başladı Olduğundan emindi dün koltukta otuturken içmek isteyip istemediğini sormuştu. Tüm çekmeceleri açıyor, dolap kapaklarını kapatıyor ama lanet kahveyi bulamıyordu. Hızlandığında kontolü kaybetmişti ve açtığı son kapak büyük bir gürültüyle kapandı. Uyandırmadığını umarak dişlerini sıktı ama çok geçti. Koridordan sürünen ayak sesleri geliyodu. Adam karmakarışık olmuş saçları, uykulu gözleri,  çıplak göğsüyle karşısında duruyordu. Yutkundu. Kollarına atmamak için kendini zor tuttu.

“Ne arıyorsun?” dedi adam şaşkınlıkla
“Kahve” diye masumca cevap verdi.

Adam yarım ağız gülümseyi bir dolabın kapağını açıp arkalardan kahve kutusunu çıkardı.

“Bayağı gerideymiş, benim boyum yetmezdi” dedi kadın.

Adam yine gülümseyip yüzüne dökülmüş saçlarını elleriyle arkaya doğru toparlayarak koridora yöneldi ve kendini yatağa tekrar yatağa bıraktı. Kadın sessizce adamın ayak seslerini dinliyordu. Banyoya mı gitmişti? “Hayır” Basbayağı yatağa tekrar dönmüştü ve durum çok kışkırtıcıydı. Adamın bu ilgisizliği kadının ilgisini arttırıyordu ve yatağa gitmemek için kendini gerçekten zor tutuyordu. En sonunda egosuna yenildi. Onu kandırmayı başaran zihni sayesinde kendini koridordan geçip yatağa doğru yönlenirken buldu.

İlk sevişmeleri olmasına rağmen ateşli ve duygu doluydu. Tenine dokunmaktan, tenine dokunulmasından çok keyif almıştı. Sonra adam “Sen yatakta kal ben sana kahvaltı hazırlayım” diyerek birkaç puan daha alıp hanesine kazıdı. Kalktığında güzel hazırlanmış bir kahvaltı sofrası onu bekliyordu. Masada gözgöze gelmekten çekiniyorlardı ama yine de güzel sohbetin ardı arkası kesilmemişti. “Konuşacak bu kadar çok konuyu nerden buluyorlardı?” “Mükemmel uyum bu olsa gerek” diye geçirdi içinden. Sonra kapıda kikirdeşip ayrılmışlardı ve hikayenin gerisi ortadaydı. Şimdi evdeydi ve bir depresyon kazağına ihtiyacı vardı hem de Haziran ayında! Harika bir gecenin ardından bu kadar kötü hissetmek hiç adil değildi.

Koltukta yarı uyuklar vaziyette düşünceleriyle cebelleşirken tekrar telefonu çaldı.

“Düşündüm de 5 buluşma kuralını ihlal etmedin sen!” dedi telefondaki ses.

Yakın arkadaşı konuşmaya hep böyle ortasından girerdi o nedenle alışkındı. Sakince “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.
“Bak şimdi. 4. buluşmanızı bu adamın evinde geçirdiniz değil mi?”
“Evet?”
“Ve o geceyi seks yapmadan geçirdiniz”
“Evet?”
“Yani ertesi gün seviştiniz”
“Ay evet öff.”
“O halde rahatlayabilirsin. Teknik olarak 5. buluşmada yattınız 4.’de değil! Bu duruda kural ihlali yapmamış oluyorsun”

Birden dakikalar gibi gelen bir sessizlik oldu ve sonra ikisi de kahkahayı patlattılar. Hatta öyle ki telefon elinden düşmüştü ve hala gülüyorlardı.


Kapattıktan sonra telefonu koltuğun üzerine bıraktı. Elinde kupası pencereden baktığında, zamansız yağan yağmurun yeni silinmiş camını nasıl da kirlettiğini düşündü. Haziranin ortasında yağarak, iki gündür ilgilenmediği sardunyalarını onun yerine sulamış, yaşadığı bozkırı yemyeşil yapmış ve ılık havasıyla etrafındaki herşeyi yumuşatmıştı ama az önce taksiden inip eve girene kadar da onu baştan aşağı ıslatmıştı. Sessizce yüzünü buruşturdu. Ve birden tuhaf birşey oldu. Kapalı hava artık kötü hissettirmiyordu. Hatta içini daralttığını sandığı yağmuru artık belki sevmeye bile başlamıştı. Bu ani duygu değişikliğine anlam veremedi fakat sonra bir kez daha hatırladı  ki; yaşam sadece kişi, olay ve "an"a nereden baktığından ibaretti. Hayat güzeldi, egosuna ve tüm zihin oyunlarına rağmen!
 
;