20 Aralık 2011 Salı 0 yorum
TR de bi soru vardır ki cevabına göre kişilik ve maddi durum analizi yapabilirsiniz, ancak soruyu sormak için yılsonunu beklemek gerekir:

Yılbaşında ne yapıyosun?
- Ya ne biliyim, takılırım o mekan bu mekan artık bakcas…( Single, paralı ve avcı)
- Hiiiç evdeyiz naapalım, çoluk çocuk TV seyretces, tombala oynıycaz. (Orta direk, mülayim aile babası modeli)
- Bilmemne otelde olucaz canım bu sene. ( 50 li yaşlarda, para bol, biraz sonradan görme ; önemli olan eğlenmek değil, “muş” gibi görünmek)
- Valla bi sürü ev partisine davetliyim, bakıcas: ( Parti animal, çok popüler çok. Çok parası yok ve kurnaz. Ne para vericem, heryerde biraz takılırım modeli. Muhtemelen gittiği partilere de içki götürmeden gidecek)
- Bilmemne barın programına katılıcas abi, … liraymış, 2 içki dahil (Muhtemelen sevgilisi var ve sosyalleşmek istiyolar, maddi durum fena değil, ücreti pahalı geliyo aslında ama evde oturup pineklemekten iyidir düşüncesi hakim)
- Bizde toplanıcaz ( Cool bi tip, sosyal ama dışarı çıkmayı anlamsız buluyor. Maddi durum fena değil)
- Önce aile yemeği, sonra bi çıkarız herhalde ( Ailesine bağlı, iyi insan modeli. Maddi durum orta)
- Yılbaşını anlamsız buluyorum, hiçbişey yapmıycam ( Farklı olmaya çalışan kişilik, paralı sayılır amaç havalı görünmek)
- Ne yılbaşısı ya, evdeyiz ( Para yok, hayattan bezmiş)

31 Ekim 2011 Pazartesi 0 yorum

TARAFIMDAN SEVİLEN VE SEVİLMEYEN İKİLİLER:

Şömine ve odun (gülen surat)
Kadın ve odun! (kadın ve öküz ikilisi kadar kötü!)
Sürekli erkek muhabbeti yapan ve küfür eden kadın modeli ( lezbiyen düdük!)
Güldürmek için bi taraflarını yırtan bi erkek ve adamın ağzından çıkan her lafa gülen bi kadın ( sanırım aşk… yani bu işkenceye başka türlü nasıl katlanılır Allahım)
Ağlayan bebe ve ağzının ortasına bi tane patlatan babası (iyi mi kötü mü oğlum bu)
Arabesk ve rakı (ve meze ve ve ve)
Sevmek ve sevilmek ( hahaha çok arabesk oldu)
Meditasyon ve pozitif düşünce gücü ( )
Pijama ve çocuk kanalı ( ve çocuktan sonra pijama ve romantik komedi artık hayallerde yaşatılır)
Topuklu yakkabı ve çukur (belediyeden yıpranma parası istiycem)
Sarı ve yukarı fönlü saçlar – ( “I wish you a merry christmas” diyip üzerine süs asasım var)
Kelimelerle oynama ve yaratıcı küfür keşfi ( akıl göstergesi)
Bebekçe konuşan bir kadın ve bunu sempatik bulan bi erkek (aşk gözleri kör ettiği gibi kulakları da sağır ediyo olmalı)
Kelimeler ve yanlış tonlama (o dilinizi koparıcam)
Herşeyi zamanjında yapan bi çocuk ve hadilemeyen annesi ( rüya bu rüya)
Kötü erkek kötü kız ilişkisi ( çok eğlenceli)
Flamenko ve gül (aşk aşk aşk)
Teknoloji ve internet ( FB ve twitter, google ve ekşi sözlük….)
Kendiyle dalga geçen insan modeli ( bu bi ikili diil Bağğğnuuuu! aaa hadi ya???! Ama güsellll listeme kafadan girer)
Krep ve nutella( bomastik ikili)
Tencere ve kapak (hahahaha seviyom)
Devamı gelir,  yani sanırım….
20 Ekim 2011 Perşembe 0 yorum
Hayata dair öğretilerimi; hayatıma giren Dallama lar yerine celebrityler gibi Dalai lamadan öğrenseydim daha az agresif bi tip olabilirdim şüphesiz. Ama yine de mutluluk içimizde. Ommmmm
19 Ekim 2011 Çarşamba 3 yorum

WELCOME TO LATE 30IES...

Ben şöyle bi yaştayım: Yaşıtlarım ikinci çocuklarına ya hamile, ya doğurmuş ya planlıyo. Bazıları ya boşanmış, ya boşanıyo ya planlıyo. Bazıları ikinci turu ya atıyo, ya atmak üzere ya planlıyo. Bazıları uzun süreli ilişkilerini evlilikle noktalamıyor, bazıları evde kaldım korkusuyla yaşıyo, bazıları armudun sapı üzümün çöpü kimseyi beğenmiyo. Bazıları çocuk için geç kaldım derdinde, bazıları nerden ikinciyi yaptım. Çelişkiler çelişkiler çelişkiler. Welcome to late 30ies...
18 Ekim 2011 Salı 0 yorum

KETE

‎'Kete' diye bişey öğrendim bugün. Şu demekmiş: İçi varoş ama dıştan belli etmeyen kadın cinsi. Örnek olarak da Helin Avşar'ı ve Çağla Şikel'i verebilirmişiz. Ama bi de yüzlerinde bişey varmış bunların ortak özellikleri olarak. O 'bişey'in ne olduğunu anlamadım. O nedenle sizi bilgilendiremiycem ama genel olarak lafın kullanımını anladım yani. Sadece tek derdim 'kete'yi çok seviyo olmam ya. Babannem çok güsel yapardı ve bu salak karılara 'kete' demek üzüyo beni. O nedenle 'kete' lafını kullanıp havalı mı olsam, yoksa keteye saygı duyup yeni sokak jargonundan uzak mı yaşasam bilemedim. Ah hayatımdaki bu çelişkiler:)
17 Ekim 2011 Pazartesi 0 yorum

Gripli Devlet Memuru Fenalığı

Devlet dairesinde işimi yapmamak için direnen giripli insan. Sümüğünü beynine kadar çektiğin için beyninin sulanmış olduğunu varsayarak beni anlayamamanı anlayışla karşılıyor ve seni affediyorum.
Offf ne anlayışı ne pozitif düşüncesi ya. Ah o hapşuruğunu tutmaya çalışırken beyin ölümün gerçekleşseydi var ya....
Şşştttt Banu geçti sakin ol, pembe aurayı, iyi karmayı düşün. Ommmmm
29 Eylül 2011 Perşembe 6 yorum
Araba alınca bünyeye otomatik yüklenenler:
-Burun karıştırma geni
-Küfür sensörü
-Laf atma dürtüsü
-Cahil cesareti
-Birkaç işi aynı anda yapabilme süper yeteneği (ileri doğru giderken arkaya doğru arkaya laf yetiştirip, bir yandan radyo kanal arama tuşuna tıklarken sakız çiğnemek ve biras daha kasabilirse sevgilinin elini tutarak vites atmak "geliştirilebilir!")
-Çeşitli önseziler (içkiliyken polisin olmadığı yerleri keşfetmek, yeşil ışığın yanış saniyesini tahmin etmek v.s)
Tüm bunlar benim bünyeye biras fazla, tevekkeli değil ondan araba kullanamıyorum ehuehu
28 Haziran 2011 Salı 1 yorum

YAŞLILIK MI O DA NE??

‎80'li yıllar... Kedileriyle yalnız yaşayan karşı komşu teyze büyük bir aşkla çiçekleriyle konuşur, ben gülerim... Bu sabah sardunyalarımla konuşurken bulduğumda kendimi, gözümden bir damla... 
Şaka lan, aklımdan geçenler: "Hassiktir sırada ne var acaba? Kalın ten rengi külotlu çorap, benim gençliğimde diye başlayan konuşmalar, yakın gözlüğü, kediler...??? Ahhhh imdatttt:$."
9 Haziran 2011 Perşembe 0 yorum

AYRILIK

Kuaförde yan koltukta oturan kadın, saçını radikal bir şekilde kestirip boyatıyorsa "ne zaman ayrıldınız sevgilinle?" diye sorasım geliyor. Sonra incelemeye alıyorum. İkram edilen yiyecekleri yemiyorsa bingo! Aynı zamanda diyette olarak "ayrılık" testini başarıyla geçmiş oluyor gözümde. Ha bi de arkasından küfredip, acıklı bir şarkı çalınca sallanmak var, sabredip o vakte sarhoşken mesaj atmamışsa tabii...
1 Haziran 2011 Çarşamba 2 yorum

FB statusleri

Baharla birlikte "In a relationship" statusleri farkedilir biçimde arttı. Kışa girerken de "it's complicated" ya da "is single" lar birer birer statuslere yansıyor. Dünya güneşin çevresinde dönüyor, mevsimler değişiyor; statusler değişiyor...
18 Mayıs 2011 Çarşamba 2 yorum

ULUS DA ROMANTİZM

Ulus civarinda tek başına yenen mecburi öğle yemeği sonucu elimdekiler:
Şahsıma yazılmış 'sen zenginsin ben fakir" konulu acıklı bir şarkı; bir birlikte künefe yeme teklifi, bir doğan görunumlu şahinle gezme teklifi ve bir evlilik teklifi. Hani ortada romantik adam yoktu? Kizlar oturarak erkeginizi beklemeyin, ulus sizi cagiriyo:)
10 Mayıs 2011 Salı 0 yorum

SALI SALLANMIYO...

Bişey diycem bence en gıcık gün Salı!  Geçmiş haftasonuna yakın, gelecek haftasonuna uzak garip bir gün. Eğer bir önceki haftasonu iyi geçmişse bi burukluk hissediliyor bünyede. Güzellikler bu kadar yakınımızda ama yine de üzerinden iki gün geçmiş, hatta ağır sendromlu bi pazartesi devirmişiz. 
Haftasonu kötü geçmişse daha da fena, üzerinden iki gün geçmiş ama ağırlığı hala hissediliyor. Ağır, sıkıcı, ekşi, buruk, acı...
Ve bir sonraki haftasonuna öyle uzak ki, daha atlatılması gereken Çarşamba ve Perşembe var . Çarşamba karakterli sayılır, haftanın tam ortasında, etliye sütlüye pek bulaşmaz bir hali var. Yani kendisine sempati beslemiyorum pek ama gıcık da olmuyorum Salı gibi.Perşembe desen Cuma'ya yakın, sevilebilir yani. Ama Salı ah Salı!!! Hem sallanmıyor da...
Bu konuyu yetkililere danışıcam sanırım, ya kaldırılsın ya da üzerine daha hafif bişeyler giysin, bi sevdirsin kendini, bi sempatik olsun. Bu böyle olmuyo...
6 Mayıs 2011 Cuma 2 yorum

SINDIRELLEZ

                      
Dün Derin'le onun söylemiyle SINDIrellez kutladık. 

Anası; araba, para pul falan filan gibi şeyler dilerken Derin ne diledi peki:  
Sevgili SINDIRELLEZ baba, bana lütfen şeker, çikolata, bonibon, eti puf, jelibon... (şuan hakkaten hatırlamadığım daha bi dolu atıştırmalık) getir de okuldaki arkadaşlarıma dağıtayım. Ay Derin ya:))


Çıkardığım sonuç:

1.Okulda ıvır zıvır dağıtmak çok havalı bişey 
2. Ben bir materyalistim...
4 Nisan 2011 Pazartesi 4 yorum

ERKEKLER KADINLAR...

Bir erkek komikse çirkin, zengin ve yakışıklıysa evli, komik ve yakışıklıysa kesin kısa boylu, çok yakışıklı ve bekarsa kesin gay çıkıyor. 
Bir kadın çok güzelse salak, çok akıllıysa çirkin, bakımsız, tombul ve munisse evli, komik zeki ve havalıysa kesin bekar oluyor ve bekar kalıyor! Deneyin % 100 çalışıyor. Valla…
29 Mart 2011 Salı 4 yorum

HERMAFRODİT BEYİN KULLANIM KILAVUZU


Dikkat! Okumakta olduğunuz bu kısa yazı, bir tür kullanım talimatıdır. Kadın ya da erkek düşünce yapısının günümüz şartlarında kaliteli ikili ilişkiler ve sağlam insan ilişkileri kurabilmek için yeterli olmadığına tarafımdam kanaat getirildiğinden, “hermafrodit beyin” tanımı saygıdeğer kıçım tarafından uydurulmuştur. Tüm bunları kendi tecrübelerime dayanarak yazmak isterdim ama pek gerek kalmadı, ben iyi bir gözlemciyim, etrafımda bir sürü hikayeler yaşanıyor. Hem belki siz de benzer düşünceleri kafanızdan geçirmiş ama dillendirememiştiniz şimdiye kadar. Ben sizin için dillendiriyorm işte. Alın okuyun, bakın ilişkileriniz nasıl yoluna giriyor.
Önce “hermafrodit beyin” yani “çift cinsiyetli beyin” nedir tanımına bir bakalım:
Çift cinsiyetli beyin hem kadın hem erkek gibi ne kadın ne erkek gibi bence. Biraz karışık oldu farkındayım. Şöyle açıklayayım öyleyse, bu beyin türü kadın beyni kadar detaycı, oyuncu, dalaverici ve politik kesinlikle değil ama erkek beyni kadar da düz ve sadece mantık çerçevesi içerisine sıkıştırılmış değil. Duygusal zekası yüksek, empati kurabilen ve aynı zamanda çözüm odaklı ve dürüst. Biraz “gay” yani. Heriki düşünce yapısının karışımı, çift cinsiyetli, “hermafrodit” işte.
Konuyu soru ve muhtemel cevapları şeklinde açıklamaya çalışmaya devam edeyim:
Klasik bir kadın sorusu:
“Kilo aldım di mi ya?”
Feminen Beyin: Yok beee, hem ne o öyle çok zayıf yakışmaz sana. (Bu cevap genelde kız arkadaşlardan gelir, kadın tatminsiz kalır ama gururu okşanmıştır. Yine de biraz daha dürüst bir cevabı tercih edebilir durumuna göre)
Maskülen Beyin: Kesinlikle evet demek ister ama geçmiş olaylardan edindiği tecrübeyle “yok bence diil” deyip kestirip atar. (Kadın yine tatminsiz kalır, konuşma genelde kavgayla sonuçlanır çünkü erkeğin kestirip atmasını “evet” olarak değerlendirir ve bu durum onu üzdüğünden aklınca faturasını kesmek ister. Asıl aklından geçen korkularıdır, erkek onun şişmanladığını düşünüyordur, bu da başka bir kadına tercih edilmek anlamına gelebilir. Tehlike onu gergin ve asabi yapar. Erkek taraf ne olup bittiğinden herzamanki gibi bihaberdir, niye kavga ettiklerine bir türlü anlam veremez. )
Hermafrodit Beyin: Hmm biraz almışsın sanırım ama çok değil. Bu haftasonu beraber gym e gidip eritiriz, merak etme bebek” ( Kadın tatmin olmuştur, uzatmaya gerek duymaz. Hem zaten kendi aklından geçenlerde aşağı yukarı böyle bişeydir)
Klasik bir erkek sorusu:
“Benden önce kaç kişi oldu”
Feminen Beyin: Sen 2.sin! ( Aslında birincisin deyip erkeğini pohpohlamak ister, ama tabiiki yenilir bi yalan değildir. En iyisi 2. demektir. Hem erkeğin gururu fazla zarar görmemiş olur, hem de kadın çok kaşar görünmemiş olur. İnanır mı erkek peki buna? Valla yakın çevremde inanmak isteyenleri gördüm. Bir tür danışıklı dövüş gibi yaniJ Ama genelde inanmadıklarını varsayıyorum bu da ilişki için zedeleyici oluyor, güven eksikliği yaratıyor.)
Maskülen Beyin: Ne bileyim 50 filan olmuştur herhalde ( Maskülen beyinli kadınlar bu soruya genelde dürüstçe cevap verirler. Çünkü onlara göre erkek yapıyor ve bundan gurur duyuyorsa, kadın da gayet rahatlıkla yapabilir. Bu erkek kadın meselesi değil, ihtiyaç meselesidir. Erkek bu tür bir cevap karşısında genelde kendini ezik hisseder. Egosu devreye girmiştir. Hemen diğer hayali erkeklerle bir kıyas yapmaya başlar kendince ve bu durum onu sinirlendirir. Bu kadın da demek ki her önüne gelenle yatağa giriyordur, güvenilmez olduğuna karar verir. Hemen kafasında yaptığı sınıflamada, sözkonusu kadınla çok çok harika bir ilişkileri olsa ve iyi anlaşsalar bile, kızcağız sadece yatılacak kadınlar sınıfına giriverir. )
Hermafrodit Beyin: “Senin ki kadar çok olmamıştır herhalde deyip” gülümser ve konuyu kapatır. (Ne yalan söylemiştir ne de güvensizlik yaratacak birşey yapmıştır. Her iki düşünce yapısının karışımıyla verdiği akıllıca cevapla erkeğin egosunda herhangi bir tahribat oluşturmamış, onu karşısına almamıştır. Yalan da söylemediği için erkeğin güveni ve ilgisi devam etmektedir.)
Klasik bir kadın sorusu:
"Ne düşünüyorsun?"
Feminen Beyin: Kız arkadaşı sormuşsa aklından geçenleri bir bir anlatır en ince ayrıntısına kadar. Sevgilisi sormuşsa işler değişir. O zaman bunu bir fırsat olarak değerlendirir, ilişkimiz nereye gidiyordan girip, tatil planları yapmaya, saçının renginden tekrar girip, adamın annesi hakkında kısa bir dedikoduya kadar gidebilir. Erkekseniz bu soruyu bir kadına sormak kesinlikle tehlikelidir. Cevabın ne geleceğini asla tahmin edemezsiniz.
Maskülen Beyin: İnanın erkeklerin tam manasıyla dürüst olmasını bir kadın asla kaldıramazdı. Gelin muhtemel düşüncelerine bir bakalım:
1. "Viski mi içsem biraya devam mı?"
2. "Bu akşam maçı kimde izlesek ki?"
3. "Benim arabanın üst modeli kaça satılıyordur bu aralar?"
4. "Playstation turnuvası mı yapsak bi daha acaba"
5. "Hiçbirşey"
Kadının cevap beklentisi şudur: “Senin ne kadar harika ve sıradışı bir kadın olduğunu” ( Erkekler gerçek düşüncelerini ortaya dökmekten korktukları için genelde bu soruya anlamsız bir cevap verirler ve yine tartışma başlarJ)
Hermafrodit Beyin: Aslında maç sonuçlarını düşünüyordum. Bir de güzel filmler gelmiş mi diye bir baksak mı? ( Evet yine dürüstce cevap verdi ama karşısındakinin de kalbini kırmamış oldu. Verdiği mesaj, maçı düşünüyorum ama seninle de plan yaparak hala aklımda olduğunu sana hatırlatıyorum. )
Klasik bir erkek sorusu:
"Akşam ne yapmak istersin?"
Feminen Beyin: Benim için farketmez (Aslında söylemek istediği “senin çoktan birşeyler planlamış olman gerekirdi!”. Bu tür bir soru feminen beyinli bir kadını sinirlendirir. Çünkü o, plan yapmayı bilen, onu şaşırtabilen, kontrolü elinde tutan erkekleri sevmektedir. Erkek bu sorusuyla direk 1-0 başlamıştır. Artık ağzıyla kuş tutsa da o gece kadını memnun etmesi pek mümkün değildir)
Maskülen Beyin: Şu yeni açılan pub a gidelim, pek popüler şuarlar ( Maskülen beyinli yani daha mantıklı ve biraz da bencilce düşünen bir kadın direk nereye gitmek istediğini söyler. Bu tür bir talep erkeği rahatlatsa da, maddi anlamda zor durumda bırakabilir ya da bu kadar talepkar olması canını sıkabilir. Görüldüğü üzere gidilecek yerin kararlaştırılmamış olması bile gerginliğe ya da yanlış anlamalara neden olabilir.)
Hermafrodit Beyin: Aslında davet senden geldiğine göre senin daha önceden belirlemiş olmanı tercih ederdim. Ama illaha fikrimi sormak istiyorsan hafif birşeyler yiyebileceğimiz bir yeri tercih edebilirim. ( Kesinlikle yine akıllıca bir cevap. Mantıklı, dürüst ama empati kurmuş, son tercihi yine erkeğe bırakarak egosunu, ya da o anki maddi manevi durumunu zedelemiyor)
Aynen bu şekilde, muhtemel sorulara muhtemel cevaplar uzayıp gidebilir. Ben ilişki uzmanı değilim elbet, dediğim gibi “ben bilirim” gibi bir iddiam da yok. Yıllarca etrafımdaki sevgili ve arkadaşlık ilişkilerini gözlemleyerek ve kendi tecrübelerimden de yapmış olduğum çıkarımlarla bu sonuçlara vardım. Hooop diye beynimizin cinsiyetini değiştiremiyoruz tabiiki ama en azından biraz çaba sanki ikili ilişkilerimizde kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayacak gibi.
Sizin beyninizin cinsiyetinden ne haber ;)
24 Mart 2011 Perşembe 4 yorum

ROMA'DA İKİ ÇAYLAK



  


















İtalya… romantizm, tarih, harika binalar, muhtelif güzellikler, yakışıklı erkekler ve Vespalar ülkesi. İtalyan Dili okurken İtalya’yı görmemek, tıp okurken hiç KADAVRA görmemek gibi bişey. Mutlaka gitmeliyim İtalya’ya. Görmeliyim, gezmeliyim, havasını solumalıyım. İkinci sınıftayım 20 yaşında. Çok heyecanlıyım çok. Itır’la da yeni arkadaş olmuşuz. Hatta bu İtalya’ya gidiş olayı yüzünden samimileşmeye başlamışız bile. Bir gün tuvallette konuşan kızlardan işitiyoruz, bir kurum varmış, kalacak yer ve yeme içmeni ayarlıyormuş. Sen de karşılığında sosyal bir hizmette bulunuyormuşsun. Gidip bulduk o kurumu yazdırdık adımızı, aileleri de ayarladık, birtek gideceğimiz tarihin gelmesini beklemek kaldı.
Neyse uzatmayım gün geldi çattı. Bizim bavullar hazırlandı. Öyle az buz değil koca birer dağcı sırt çantası. İçlerinde uyku tulumu da var. Uyku tulumu götürmek şartlardan biri. Nasıl bir yerde kalıp, ne iş yapacağın önceden bildirilmiyor. Ancak oraya gittiğin zaman öğrenebiliyorsun. Bizim koca çantada ama sadece uyku tulumu yok tabii. Kamp yeri olarak boşuna Roma’yı seçmemişiz. Belki geceleri dışarı çıkarız filan diye düşünüp bir sürü gece giyilecek kıyafet, ayakkabı filan doldurmuşuz çantaya. Sonradan bunun acısını çok çekiyoruz tabii. Başka milletlerden gelen gençler bikaç parça giyecek, bir iki yazlık ayakkabı almışlar yanlarına. Sırt çantaları kolaylıkla taşınabilir cinsten. Bizimkiler taşımak şöyle dursun yerlerinden bile kalkmıyorlar.
Ay konudan saptım ben yine, gidiş gününe döneyim. Havaalanında bizim maceranın başlayacağına dair ilk belirtiler ortaya çıkmaya başladı. Ben hayatımda ilk kez uçağa biniyorum. Meğer heyecan yapmışım. Check in sırasında önümdeki adamın bavuluna bayılıveriyorum. Öyle usulca, bırakıyorum bedenimi bavulun üstüne. Gözümü açtığımda bi telaş pür telaşJ Adamda ezilen bavulunun derdinde, hay Allahım ya… Kola filan içirip kendime getiriyolar beni. Uçaktaki durumumuz ayrı bir olay. O kadar çok kıkırdıyoruz ki diğer yolcular artık sesli olarak cık cıklayıp gözlerini deviriyorlar rahatsız olduklarını anlayalım diye. Bizim ülkemizde mutlu olmak hiç hoş karşılanmaz. Kafadan arabesk bi toplumuz biz. Hiç de takmadan eğlencemize devam ediyoruz. Bu eğlence Roma’ya inince biraz sekteye uğruyor tabii. Yarım yamalak italyancamızla yolu bulmak öyle zor ki. Elimizde bir harita ( ikimizde haritayı ters tutmuyosak iyidir yani hiç bi bok anlamıyoruz) bir de yol tarifi var. İnince hemen bir vasıtaya binip istediğimiz yere gideceğimize çok ama çok eminiz. Hatta o kadar eminiz ki birkaç kişiye haritayı gösterip yolu soruyoruz, hepsi aynı şey söylüyor. Önce şehre inip otobüs terminalini bulmalısınız. Ne yaparlarsa yapsınlar bizi bi türlü şehre inmemiz gerektiğine ikna edemiyolar. Hatta bi adam bize iyiden iyiye sinirleniyor, öyle inanmaz gözlerle idiacı iddiacı bakınca.
“Sono ROMANO” diyo adam ukalaca, yani ben ROMAlıyım, benden iyi mi bileceksiniz anlamında. Peki biz ne anlıyoruz:
“Adam “sono Romano” diyo Itır, elin Romanyalısı ne bilir”.
“Haklısın, kızım siktir et”.
Adam bize Romalı olduğunu bi türlü
kanıtlayamıyor bize göre adam Romanyalı, o kadar!
Kendi grubumuz henüz Roma’ya inmemiş, biz iki gün erken gitmişiz başka bir gruba katılacağız. Sonradan kendi grubumuz gelince asıl kalacağımız yere geçeceğiz. Ama şimdi hedefimiz “Hai visto quinto” isimli bi yeri bulmak. Ne aradığın yer hakkında hiçbir fikrinin olmaması:
a) seni iyice salak yapar
b) seni iyice korkak yapar
c) bi süre sonra işin ucunu kaçırırsın
Roma’daki terminaldeyiz en sonunda ikna olup oraya gitmişiz. “Hai visto quinto” beşinciyi gördün mü demek. Yorgunluktan gebermiş, hayvani sırt çantalarının altında ezilmiş, yoğun Roma sıcağında yürüyoruz dilimiz dışarı çıkmış. Bi yandan da soruyoruz:
“Beşinciyi gördün mü yü gördün mü?”
Ya da
“Beşinciyi gördün mü yü biliyomusun?”
Surat ifadelerini tahmin edersiniz tabii. Ay en sonunda birileri halimize acıyor, yeri bize gösteriyor. Allahım o ne?
Yani şimdi nasıl bir yer olduğunu kelimelerle ifade etmemin imkanı yok. Tek katlı bir mekan, büyükce bir yer. İçeride hemen hemen hiç duvar yok denebilir. Bir mekandan diğerine nişlerle geçiliyor.

Bir yerlerde mutfak benzeri bir oda diyelim, ortasında uzunca bir masa var. Yemekler toplu halde burada yeniyor. Artık o gün kimin içinden geldiyse yemeği o pişiriyor. Tüm duvarlar grafitilerle kaplı. En beğenilen desen çekiç – orakJ Sakallı, saçları darmadağanık, yeni uyandığı belli bi adam bizi karşılıyor. Geleceğimizden haberi var. Yatacağımız yeri gösteriyor. Bi spor salonu. Yanlış duymadınız iki geceyi bi spor salonunda yerde uyku tulumlarıyla geçirmemizi istiyorlar. Kaderimize razı koyuyoruz tulumları yere, öyle korkmuş tavşan ifademiz varki kimse bize fazla bulaşmıyor.
“Bi insan tuvalete girmeden yaşıyabilir mi ki acaba ya? Ben o lağımlara hayatta çişimi filan yapmam” konuşan iç sesim.
Yerde sanki kozalanmış kelebekler gibi bir sürü uyku tulumu var kiminin içi dolu kiminin boş. Burası, İtalya da pek de yaygın olan sol görüşlü toplulukların toplaştığı mekanlardan biri . Böyle yerlerde takılıp, görüşlerini paylaşırlar. Bazıları sanatçıdır, komün hayatı yaşanır. Ama bizim hayalimizdeki Romadan öylesine uzak ki, hayalkırıklığına uğruyoruz. Neyseki iki gün dayanırız diye düşünüp atıyoruz kendimizi bi bara. Orda da çok gerekliymiş gibi bizi bi hatun yakalıyor. Kafa iyi. Deli deli bakıyor, tuhaf bi tipi var. Diyor ki
“Siz Hai visto quinto” da mı kalıyosunuz?”
“Evet”
“Ne işiniz var sizin orda, orayı polis basar bazı geceler, çok tehlikeli bi mekandır, kalmayın bence orda siz.”
İyi kalmayalım da ablacım paramız mı var ki bizim başka yere gidelim. Aman Allahım biz ne günah işledik ya nedir bu başımıza gelen burası nedir böyle?
Gece mecbur geri dönüyoruz tabii. Kıçımız daha da üç buçuk atıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi akşam yemeği sırasında Yunanlı bi çocuk bizi gözüne kestiriyor. Başlıyor Yunanistan - Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar üzerine ahkam kesmeye.
“Dua et” diyorum içimden, “şuan Türkiye’de olsak tükürmüştük senin ağzına pis Yunan domuzu”.
Ama dışımdan:
“Çok haklısın tabii biz Yunanlılar la Türkler kardeşiz, hepimiz ortak bi kültürü paylaşıyoruz v.s.” diyorum.
Allahım kıç korkusu insana neler söyletiyor ya…
Gece mecbur spor salonuna gidiyor, uyku tulumlarımıza giriyoruz. Bu gece ya Yunanlı bizi doğrayacak, ya polis basacak, ya üzerimden fare geçecek ( fobim var benim, fare fobisi) ya da hepsi birden olacak. Ay tüm bunlara dayanamayız. Karar veriyoruz önce biri uyuyacak biri nöbet tutacak, iki üç saat sonra diğeri kalkıp nöbeti devralacak. Önce Itır uyuyor. Ben sürekli tetikteyim. Yarım saat, kırk dakika kadar sonra yanıma yemekte pek hoşlaşmadığım Macar kızla Polonyalı oğlan geliyorlar.
İkisi bir tuluma girip başlıyolar öpüşmeye. Hoppalaaa bunlar yeni tanışmamış mıydı ya? Neyse sakin kalmalıyım.
Ama nasıl sakin kalayım nasıl? Mucuk mucuk öpüşme seslerini hadi göz ardı edeyim de sayı saymaya başladı Polonyalı herif. Evet yanlış okumadınız seks yaparken gidip gelişlerini saydı. Hem de ikisinin ortak dili İngilizce olduğu için İngilizce, ama aksanlı tabii. Aşağı yukarı şöyle bi ses çıkıyodu Polonya aksanıyla:
“One, two, three, four” Ohhh “six, seven, eight, nine, ten, ohh ohh ohh…”
Abicim ben çok fazla fantazi hikayesi duydum ama bu nedir ya bu nedir? Bu nasıl bi fantazidir? Sanırım 60 – 70 deler ki henüz kimse zevkin doruklarına çıkmadan ben kendimi uykunun kollarına bıraktım. Zira zevkin doruklarında çığlık çığlığa ulaştıkları sayıyı duymaya dayanamayacaktım,Itır beni affetsindi ama bu işkenceye daha fazla dayanılacak gibi değildi ya…
Bir günü daha o garip mekanda geçirip ertesi gün asıl kalacağımız kalacağımız yere yollanıyoruz. Yok yok kesin biz tuhafız ve tuhaf olaylar o nedenle bizi buluyor. Bu sefer de dini bir okula gönderiliyoruz abi. Resmen böyle pederler, rahibeler, haçlar, şaraplar, İsalar… Yani filmlerde gördüğünüz dini okullardan işte ama okul yaz tatilinde. Allahtan yataklar gıcır gıcır, banyo, tuvalet mis. Bizim yanımıza Amerika’lı bir seksenlik hatunu veriyolar. Ay pek suratsız, neyse çok da fifi. Çalışacağımız mekana götürüyorlar bizi. Roma’nın işlek caddelerinden birinde oldukça eski bir apartman dairesi ofise çevirilmiş. Bizim gidiş organizasyonumuzu yapan şirketin ofisi. İşimiz pencerelerin pervazlarını zımparalamak, peki biz ne yapıyoruz. En az altı cam zahiyatı veriyoruz zımparalarken. Astarı yüzünden pahalı olunca alıyolar işi elimizden. Artık tek işimiz Romayı gezmek. Takıyolar peşimize bir iki kişi tüm gün sokaklarda fink atıyoruz. Aman tanrım ne güsel bi şehir Roma ya. Allahım otobüs şoförleri bile mi bu kadar yakışıklı olmalı ve bu kadar janti. Tüm grup açık yazlık ayakkabılı bizde tabii boğazlı spor ayakkabılar. Sonuç terden vıcık vıcık olmuş ayaklarımız. Çözüm çorapları ve ayakkabıları camın önüne koyup havalanmalarını sağlamak.
Şimdi gözünüzde şöyle bir yer canlandırmanızı istiyorum. Büyükçe bir salon, loş olarak aydınlatılmış. Okulun yemek salonu burası.
Ama rahip ve rahibelerin kaldığı bölümün. Duvarlarda incilden sahnelerin temsil edildiği tablolar, haç motifleri… Sıra sıra bikaç masa var. En büyük masa bizim için hazırlanmış. Önce salata ve makarna servis ediliyor. Masalarda şarap eksik değil tabii ki. Biz de İsa’nın kanıyla harika yemeğimizi renklendiriyoruz. Ortalıkta sarhoş rahipler, rahibeler (onlar sarhoş diildi), masada özellikle Avrupa’dan bir sürü kız (evet bok varmış gibi tüm grup kızdan oluşuyodu ne şans ya). Yarımyamalak İngilizce sözcükler havada uçuşuyor. Tek İtalyanca bilen Itır’la ben. Ona da İtalyanca denirse tabii peh. Derken tombul baş rahip geliyor, yüzünde ciddi bir ifade var ama yanakları şarapdan pembeleşmişJ elinde bir gazete kağıdı tutuyor. İtalyanca bilen birtek biz olduğumuz için bizi çağırıyor yanına:

“Titi, Banu bi dakika bakabilir misiniz?”
Biz: “Hassiktir, yüzündeki ifadeye bakılırsa ciddi bişeyler oldu”. Masadan kalkıp yanına yaklaşıyoruz. Yavaşça gazete kağıdını açıp içindekileri bize gösteriyor gayet ciddi ama şaşkın bir ifadeyle”
“ Kızlar, bu çorapları Rahibe Maria ağacın üzerinden toplamak zorunda kaldı. Sanırım odalardan birinden uçmuş rüzgar esince. İnanın ağaçtan almak çok zor oldu. Sizin bir fikriniz var mı kimin olduğuna dair”
“Ahhhhhhhhhhhh yer yarılsa da içine girsek, yok daha iyisi ışınlanmak. Bizim kokuşmuş çoraplar yaa. E rahibe Maria niye almak için onca zahmete girmiş kokuşmuş iki çift çorabı, Allahımmm bu kadar olur!”
Söz birliği etmişcesine “hiçbi fikrimiz yok kızlara sorarız deyip” yerimize geçiyoruz. Aramızda çok geyiğini yaptık ama sonra. Düşünsenize tombul bir rahibe, siyahlar içinde ağacın tepesine tırmanmış, elma toplar gibi bizim çorapları topluyor dallardan. Aşağıdan görüntüsü kocaman siyah bi popo ahahahahahaJ))
Günler böyle geçip gidiyor artık son günlere yaklaşıyoruz. Sabahları Roma gezisi, akşamları dini okul ve şarap, genelde leyla dolaşıyoruz rahipler gibi. Gece çıkmalar, yakışıklı italyanlar sadece hayallerimizde. Bari değişik birşeyler yapsak derken, yakınlarda bir Punk konseri olduğunu duyuyoruz. Akşam hazırlanıp tutuyoruz konserin yolunu. Kocaman bir alan bi sürü garip giyimli genç etrafta. Hoşumuza gidiyor aslında oldukça farklı bir akşam olacak. Diyorum ki Itır’a acaba giriş parası nerede ödeniyor gidip bir sorayım.
Gözüme tam da punk gibi görünmeyen bi herifi kestiriyorum, yakışıklıda
“Scusa, dove si prega qua?”
Ve kelimeler ağzımdan döküldükten sonra karşımdaki yakışıklı kocaman bi kahkaha atıyor.
“Valla” diyor, “konser alanı senin, nerde istersen orda dua et” “ha bi de yakınlarda bi kilise var sanırım, orayı da deneyebilirsin.” O alaycı ben şaşkın öyle bakışıyoruz ve sonra ben çakıyorum tabii neler olduğunu.
Allahım ya niye bu iki kelime birbirine benzer ki, italyancada “pagare” ödemek, “pregare” dua etmek. Ve benim söylediklerimi çevirecek olursak ortaya yaklaşık şöyle bişey çıkıyor”
“Pardon buralarda nerde dua edilir acaba?”
Evet iki haftadır ilk kez gece dışarı çıkıyoruz, karşıma pek de fena olmayan bi çocuk çıkıyor, belki doğru soruyu sorabilirsem muhabbet edebilir bile ve peki ben ne yapıyorum: “nerede dua edebileceğimi soruyorum” ve mekanımız bir Punk konseri!!!. Ay ne kadar dinine bağlı ne kadar muhafazakar bi kızım ben.
Allahım bu kadar şaşkın olmak zorunda mıyım ya zorunda mıyım???
İşte böyle, olaylar, komiklikler, korkular, heyecanlar, çok garip yaşanmışlıklar ve harika bir şehir.
Roma’da iki çaylak ardına baktığında tüm ayrıntılarıyla bu harika şehri ama en çok da yıllarca sürecek dostluklarının ilk şaşkın, çocuksu ve komik hikayelerini hatırlıyor.
www.biyolojikanne.blogspot.com
22 Mart 2011 Salı 0 yorum

BÜYÜMEYİ REDDEDİYORUM, O KADAR!!!


Bir yaş daha büyüdüm ya ben. Hani 36 oldum ya, artık büyümeyi reddediyorum. Buarada “büyümek” kelimesini kullanıyorum dikkatinizi çekerim. Yaşlanmak kelimesini kesinlikle kullanmayı da “büyümeyi” reddettiğim gibi reddediyorum.

Reddetmemin nedenleri gelecek yılların bana getireceklerinden korkmam değil sadece, yaşlılık belirtileri de değil, öyle çok sevdim ki ben otuzları, öylesine güzel görünüyorum ki kendi gözüme, başka bir yere gitmek istmiyorum artık, burda kalmak istiyorum. 40 ların daha da harika olduğunu söylüyor 40 lardan arkadaşlarım. Ama yine de inanmak istemiyorum. İkinci yarısına geçtiğim şu günlerde kendi gözümden kendime bakıyorum. Veeee

30’larımda kendim:

  1. Bir çocuk doğurduğum halde, tüm çatlak, sarkık ve selilütlerime rağmen vücudumu seviyorum. Tamam bir kaç kilo (bir kaç diil yaklaşık 8 kg, itiraf ediyorum) versem diye kıvranıyorum ama 18 imdeki gibi şikayetçi değilim. 18’im de baktığım eleştirel gözlerim, yerini anlayışlı ve kabullenen bi çift göze bırakmış. Yani “bu çatlaklar bana yılların kattığı…” falan filan gibi geyikler yapmıycam. Keşke olmasalardı, onları hiç sevmiyorum. Ve fakat onlara bakış açımı seviyorum. 18 imdeyken çıkan düdük bi sivilce için günümü nasıl rezil ettiğimi hatırlıyorum da. Kapatmak için kıvranışımı falan filan. Ama şimdi bakıyorum aynaya, diyorum ki “siktir et”. Evet bu kadar basit işteJ SİKTİR ET!
  2. Yüzümü seviyorum. Oturmuş derin bakışlarımı, biçimini son bikaç yıldır kazanmış kaşlarımı. Biraz gıdığım çıkıyor, aldırmayı 50 lere bırakıyorum. Henüz gözümün çevresindeki kaz ayakları belirgin değil ama gülünce kendini belli ediyor yavaştan. Benim gibi sürekli kahkaha atan tüm insanların yüzünde oluşan en derin çizgiler dudak kenarındaki dikey çizgilerdir. Onları pek sevmiyorum sanırım dolgu yaptırıcam bi zaman sonra. Ama gülünce yüzümü çok beğeniyorum. Sanki gözbebeklerimin içinde bir ışık yanıp sönüyor. Bakışlarımı inceliyorum bazen öyle ilginçler ki. Mutlu, hüzünlü, bilge, ahmak, tecrübeli, tecrübesiz, anlamlı, anlamsız, yorgun, enerjik hepsi ve tümü birarada. Tüm zıtlıklar aynı oranda yerlerini almış. Bunun otuzlara özgü olduğuna karar verdim. Çünkü büyüdükçe sanki hüzün, bilgelik, tecrübe, anlam ve yorgunluk artacakmış mutluluk, ahmaklık, tecrübesizlik, anlamsızlık ve enerji azalacakmış gibi bakışlarımda. Azalmasın istiyorum, çocuksu olan herşey kalsın.
  3. Ellerimi seviyorum. Gerçi kocamanlar, yani hep kocaman oldular, tüm okul hayatım boyunca tüm oğlan çocuklarından uzundu parmaklarım, maret soyulmuş sosi kıvamı. Ama ben dokunmayı bilmelerini seviyorum. Derinin yüzünde gezerken parmaklarımın kalbime bağlanmasını, Flamenko yaparken ustaca kıvrılmalarını, yemek pişirirken hızlı hızlı hareket etmelerini, kucaklarken diğer bedenleri, sıkı sıkı kavramalarını seviyorum. Dokunmayı bilmek gerek, dokunmak en özellikli duyularımızdan biri bence. Hiç bi filmde uzaylıları sevişirken görmedim mesela. Bi filmde beyinsel sevişmemi ne öyle bişey vardı. Yani tüm tecrübe ve hisleri birbirine aktarılıyodu telepatiyle. Dokunmadan olur mu yahu, ellemeden hissedilir mi?J
  4. Ayaklarım… Onları ne yapsam da pek sevemedim idare etsinler işteJ
  5. Ruhumu seviyorum, ah en çok ruhumu seviyorum. Melek ve şeytan karışımı olmasını. Ne tam genç ne de yaşlı olmasını. Artık aptalca şeyler yapmayacak kadar akıllı ama aynı zamanda hala aptalca şeyler yapabilecek kadar çocuksu olmasını. Bu özellik de 30 lara özgü bence. Bişeyleri yapabilecek kadar olgun ve onları hala yapabilecek kadar genç. Zaman ilerledikçe olgun kısmının altı çizilecek ama bazı şeyleri yapamayacak kadar yaşlı olacağım. Şimdilik ve daha uzunca bir süre bunun tadını çıkarmak istiyorum.

Bir de kimsenin tam olarak iyi olamayacağını öğrendim. İçimizde karanlık yönlerin insan olmamızın bir gereği olduğunun bilincine varmak beni çok rahatlattı. Böylece ruhuma eziyet etmemeyi onu sevip öyle kabul etmek bana huzur veriyor .

Ruhumun yaşlanmayacak olgunlaşacak ama yaşlanmayacak!!!

Sonuç ne derseniz ben uzunca bir süre bu yaşta kalacağım. Yıllarca 49 da kalan annem gibi benim de tercihim 36. Hadi sorun, çekinmeyin sorun sorun kaç yaşındasın diyeJ

18 Mart 2011 Cuma 4 yorum

21 YILDA ÖĞRENDİKLERİM LİSTESİDİR:








21 yıl, çünkü 36 yıllık hayatımın ilk 15 yılında salak olup herşeyden bihaber olduğum kabul edilirse geriye 21 yıllık bir zaman dilimi kalıyor. 21 koca yıl ve benim öğrendiklerim şu bi elin parmaklarını geçmeyecek bi kaç hayat dersi. Ama çok önemli dersler, bunları öğrenene kadar sürekli kafama kakılması gerekti, öyle Hayat Bilgisi gibi okumakla öğrenilmiyor bunlar. Öğrenene kadar hayat sürekli ısıtıp ısıtıp farklı versiyonlarını önüme sundu ta ki sen en sonunda gerçekten öğrenip yeni bir bakış açısı geliştirene kadar. Şimdi bakalım kafama kakılarak şu hayattan ne dersler çıkarmışım:

  1. Hermafrodit bir beyin yapısı geliştirmeye çalış. Öyle bön bön bakma “hermafrodit beyin” ne diye. Tamam ben uydurdum bu terimi ama içi dolu, öyle boş boş atmadım. Hermafrodit yani çift cinsiyetli beyin. Ne tam kadın ne de tam erkek gibi düşüneceksin. Biraz gay bi düşünce yapısı yani ama mutluluğun anahtarı burda. Yani tam bir kadın gibi düşünüp her olayda sebep sonuç ilşkisi arar, detaylara takılır, herşeyde duygularını ön planda tutarsan sıçarsın. Erkek gibi de sonuç odaklı, duygu yoksunu ve herşeyi mantık çerçevesinde düşünürsen de sıçarsın. Olaylar mantık çerçevesinde gider ama bazen de içgüdülerimiz bizi güzelce yönlendirir. Bazı şeyler mantıklı olmadığı gibi bazı şeylerin de cevabı aslında çok açıktır. Hiçbişey göründüğü gibi değildir denir ama bazı şeyler de tam göründüğü gibidir. Misal, bi erkek telefonunuzu aldığı halde sizi aramıyorsa, başına bişey geldiği için değil, başka birini bulduğu için ya da sizin görüntünüz ortadan kaybolduğunda artık sizi düşünmediği aklınıza gelmediği içindir. Erkek beyin yapısı için de bi örnek: Eğer bi kadın durup dururken ve sizce çok anlamsız bi çıkış yapmışsa lütfen geriye yönelik bi sorgulama yapın. Muhtemelen hiç de istemediği bi şeye zamanında evet demiştir. Ve bunun faturasını yeni kesiyodur. Yani diyeceğim o ki duygularını göz ardı etmeden daha düz ve daha az detaycı düşünmeye çalış.
  2. Aşık ol! Karşı cins olmasa mutlaka şu hayatta tutkuyla bağlandığın bişey olsun.
  3. Birini seviyosan kardeşim, git direk yüzüne söyle. Ben seni seviyorum de. Çok seviyorsan çok seviyorum de. Hiçbizaman fırsatın olmayabilir ve aniden hayatından çıkıp giderse öyle mal gibi kalırsın, sevgin içinde patlar.

Birini sevmiyosan da kibarlık etmek için yanında durma. Sevmiyosan sevmiyosundur, varlığını kabullenmek için harcadığın kuvvet üzerinde yoğun bi stres yaratır ve bu stres içini sıkar, boğar. Birinden hoşlanmıyosan mutlaka bi nedeni vardır, o nedenle hislerine güven

  1. Sonsuz mutluluk diye bişey yok. Mutluluk bi sonuç diil ona giden yol ve çabandır. Hedef koy, hedefsizlik monotonluk getirir. Monoton bi hayat da bence bi tür ölüm halidir.
  2. Biraz deli ve kaçık ol. Şu hayata bi kere geldiğimizi var sayarsak güzellik ve nimetlerinden faydalanmamızı engelleyen kurallara karşı durmanın en güzel yolu deliliktir. Böylece yaptıkların rahatlıkla hoş karşılanır.
  3. Aile önemlidir ama dostluk da en az aile kadar önemlidir. Bi zaman gelir ve bakarsın dostların aile bireylerinden daha yakın olmuş sana. Ayrıca dostluk ilişkisini, kadın – erkek ilişkisi gibi yönetmek zordur hatta bazen daha bile zor. Barışma sevişmesi yapamazsın. Sevişince geçmez. O nedenle kırılacak noktalara getirme, sen alttan alsan ne olur biraz da…
  4. Evlilik, yönetilmesi gereken bir kurumdur. Biri YK başkanı biri genel müdür rollerini üstlenmeli şirketi en iyi şekilde yönetmenin yollarını bulmalıdır. Arkadaşlık en önemli unsurdur. Arkadaşın değilse evlilik bi süre sonra çookk sıkcı bir hal alır. Bir de SONSUZ AŞK YOKTUR, evlilikten sonsuz aşk beklenmemelidir. Her akşam kapıyı çaldığında ilk aşık olduğumuz dönemde olduğu gibi aşırı heyecanla kapıyı açsaydık bir süre sonra kalp krizi geçirirdik. Ama seks önemlidir. Adama ya da kadına artık dokunmak istemiyosan orda iş bitmiştir. En iyisi yolları ayırmaktır.
  5. Kendini sev, herşeye rağmen. Ve bazen de bencil ol! Tüm hayatın boyunca kimseye kendine olduğu kadar acımasız davranmadın. Kendin tarafından daha iyi davranılmayı ve takdir edilmeyi hakediyosun. Sen iyi davran ki başkaları da sana iyi davransın.
  6. Olumsuz düşünceler olumsuz olayları getirir. Mümkün olduğunca kahkaha at, hayatı iyi tarafından görmeye çalış. Görülecek bi iyi taraf yoksa şu sözü kendine tekrar hatırlat: “ Birşey olmuyorsa ya olmaması gerektiği içindir, ya da daha iyi birşey olacağı için”.
  7. İnsanoğlu hayatta kalmaya programlıdır. Başına ne gelirse gelsin mutlaka kalkıp yoluna devam edebilirsin. Bittim dediğin andan itibaren tamamen tükenmene daha çok var. Düşünce kalk ve yoluna devam et.
  8. Anın keyfini çıkar, bugün ya da yarın yoktur. Geçmiş geçmişte kalmıştır, gelecekse tam bir muammadır. Tek gerçek şey şuandır. Anın geçmiş olmadan tadını çıkarmaya bak, mutlu olmak için bişeylerin tam olmasını beklersen daha çok beklersin.
  9. Asla asla demeJ Ben tükürdüğümü çok yaladım. Öğrendiğim en önemli derslerden biri budur. “Hayatta yapmam” dediğim herşeyi yapmış biri olarak kimsenin ayakkabılarıyla yürümeden onu yargılamamayı öğrendim. Yapılan hertürlü abuk davranışın bir sebebi vardır. “Asla yapmam, ben hayatta yapmam v.s.” gibi yargı cümlelerini mümkünse hiiiççç kullanma.
  10. Ve son olarak çocuk yap, yapamıyorsan evlat edin, edinemiyosan, dayı,teyze, amca, hala, arkadaşının çocuğunun en sevgilisi falan bi bişey ol. Çocuklar hayata bakış açımızı saflaştırır, sabrımızı geliştirir, yaşamımızı şenlendirir.

Hayatı seviyorum ben, herşeye rağmen, tüm olumsuzluklarıyla… Bugün hayatımın geri kalanının ilk günü, 36 yaşımı bitirdiğim gün. Bu dersler bu yaşa kadar öğrendiğim ve uygulayabildiklerim. Önümdeki gelecek yıllar da bana yeni şeyler öğretecek. Hayattan bayağı korksam da getirecekleri için heyecan duyuyorum. Gittiğim en zor okul burası ve hayat okulu bişeyi öğrenmeden seni asla bir üst sınıfa geçirmiyor. Hepimize iyi dersler iyi öğrenceler diliyorum. Esen KalınJ)))

14 Mart 2011 Pazartesi 3 yorum

DİLİNİZİ BUZLUĞA YAPIŞTIRMAYIN
















13 - 14 yaşlarındayım öyle küçük filan da değilim yani. Evdeyim, sıkılıyorum ama yapacak pek bişey yok. İnternet minternet yok o zamanlar, konuşabileceğim tüm kız arkadaşlarımla telefonda çene çalmışım. Kitap mitap okumak da istemiyorum, kızkardeşime bulaşmak da.
Peki ben ne yaptım abi? Aniden sanki önemli bişey yapıcakmışım gibi hızla kalktım yerimden, direk buzdolabının kapağını açtım, sonra buzluğun kapağını açtım ve dilimi buzluğun o karlı kapağına yapıştırdım. Tamam öyle Mars’dan yeni dünyaya inmişim gibi bakmayın. Çok salakça olduğunu olduğunu biliyorum. Hem nasıl salakça şimdi anlatırken utanıyorum, bak yer yer kızardım bile ama çok merak etmiştim ya. Çok çok merak etmiştim. Bu bilgiyi ilk aldığımda bilim milim, fizik, kimya, o, bu, şu umrumda değildi. Kendim kanıtlamalıydım, tek istediğim buydu. Dilim o buzluğa yapışırsa ben de kanıtlamanın verdiği huzurla rahatlayacaktım. Olabilir miydi, bir ihtimal yapışmazsa o zaman anlatacak süper bi hikayem olacaktı. “Oğlum ben denedim onu, dilin milin yapışmıyo buzluğa. Yıllarca kandırmışlar bizi. Bilimmiş, kimyaymış, fizikmiş peh” Yani muhtemel repliğim böyle olacaktı ve ben pek havalı olacaktım pek.
Bu bilimsel kanıtlamayı gerçekleştirmek için neden o dakikayı seçtiğimi gerçekten bilmiyorum, yani birden aniden öylece. Hızlıca yerimden kalkıp mutfağa gidişim, kapağı aniden açıp dilimi yapıştırışım hala capcanlı hafızamda. Yani oraya kadar hafızamda da gerisi biraz flu. Kıç korkusundan silinmiş olabilir tabii. Bi süre debelendiğimi hatırlıyorum. Kendimi dilimin aslında yapışmadığını, bi hareketle çıkarabileceğime ikna etmeye çalıştım biçare. Debelenmelerimin boşa çıktığını gördükçe umutsuzluğum giderek daha da arttı. Yoksa ben artık dilsiz mi kalacaktım? Beni burdan kurtarmak için dilimi koparmaları mı gerekcekti? Ya ama ben konuşmayı çok seviyodum ya…Yani içerdekileri çağırabilirdim ama o aptal pozisyonu nasıl açıklayacaktım. Hem zaten insanın dili bi yerde yapışıkken bağıramıyo da ( bi deneyin isterseniz?) . Bi süre sonra teslim olup tüm gücümle bağırmaya çalıştım. Allahım evdekilere sesimi duyurmak bu kadar zor olmamalıydı. Aslında benim yapmaya çalıştığım şeye bağırmadan ziyade böğürme denebilirdi. Benim böğürmelerimi duyup, kızları olduğuma kanaat getirirler miydi ki? Ha buarada evde birilerinin olması da büyük bir şanstı. Eğer olmasaydı sanırım vücut ağırlığımdan dolayı dolap kapağında yapışık kalmış olan dilim yere kadar uzamış, cansız bedenim mutfak karolarının üzerine çuval gibi yığılmış, çaresiz gözlerim pörtlemiş bağırmaya çalışmaktan, öylece bulacaklardı beni. Hayatta da açıklayamazlardı ha bunu yapma nedenimi. İntihar etmeye çalıştığımı düşünürler miydi ki acaba? 3. sayfa haberlerine bile düşebilirdim. Erken ergenlikteki genç kız, geçirmekte olduğu buhran sonucu dilini buzluk kapağına yapıştırmak suretiyle intihar etti. Genç kızın intihar etmek için neden böyle acılı ve meşakkatli bir yol seçtiği henüz öğrenilemedi. Kan görmekten hoşlanmadığı için böyle bir yol seçmiş olabileceği düşünülüyor…
Ya neyse işte bayağı bi debelenip böğürdükten sonra biri geldi. Gelen annemdi, Allahtan hemşire kendisi, soğukkanlı, cool. Benim gibi bi annem olsaydı ikimizde sıçmıştık. O da emin olmak için dilini diğer kapağa yapıştırırdı herhalde. İkimizin de tek kelime etmediğini, gerçi benim kelime edecek bir dilim yoktu ya neyse, çaresiz gözlerle ona baktığımı, onun da bana “önce dilini kurtaralım sonra gerekirse ben sökerim onu yerinden” içerikli bakışını çok net hatırlıyorum. Ve fakat nasıl kurtarıldığımı hatırlamıyorum ya. Galiba ılık su mu ne dökmüştü dilimle dolap kapağı arasına.
Bu hikayeyi şöyle bağlıycam. “Hani insanın başına ne gelirse ya meraktan…….” diye başlayıp devam eden bir deyiş vardır ya, o doğrudur. Sadece bu olayla değil daha başka bi sürü abuk hikaye yaşanmak suretiyle tecrübeyle sabitlenmiştir. Merak gereksiz bir duygudur. Başınızı belaya sokar. Üç nokta!
11 Mart 2011 Cuma 0 yorum

DUVAK BEYİNLİLER İÇİN TENCERECİ DESTEĞİ


90 lı yıllar. Cik cik cik kapı çalar.
(Evet cik cik cik diye çalıyodu o yıllarda kapılar. Pek moda pek, tüm kapılar cik cikliyo. Deliceydi ama ya, şimdi kim, her kapı çalışında bi kuşun boğazlanma sesini dinlemek ister ki? Hayret bişey )
Kapıyı açarsın “kim o?” diyerek. Zira annen sıkı sıkı tembih etmiş sakın tanımadığın kimseye kapıyı açma. Ama sen yine de her “i” harfini uzatmak suretiyle “beniiiim” diyene kapıyı açarsın. Sen kimsin demek aklına gelmez o kadar da salaksın yani. Bu aptal huy yüzünden bi keresinde başıma boktan bi hikaye geldi ya neyse, sonra bi ara anlatırım.
Neyse kapıyı açarsın, ya elinde sıra sıra tencereler, ya torba torba deterjanlar ya da akla hayale gelmeyecek abuk subuk malzemeler taşıyan tıraşlı, takım elbiseli bir adam bön bön bakıyodur suratına. Daha sen ağzını açmaya fırsat bulamadan o sözcükleri birbiri ardına öyle bir sıralamaya başlar ki bu kez bön bön bakma sırası sendedir. Dakikalar sonra, senin imzalamış olduğun satış sözleşmesi elinde, pis sırıtışıyla“iyi günler” dileyerek ayrılır apartmandan. Sen de kıçına girmiş tencereler ve senetlerle kalırsın öylece kapıda.
Yok, ben o yıllarda pek de reşit olmadığımdan yapmadım böyle bi alışveriş çok şükür ama yapan çok tanıdık duymuştum. O senetleri geri almak için çırpınmaları ve en kötüsü de nefret ettikleri tencerelerin mutfaklarının baş köşesinde durmak zorunda olması içler acısıydı valla.
Yani sonuç olarak artık tükenmekte olan bu meslek erbaplarından, tencerecilerden, hiç haz etmedim yıllarca. Adlarını duymak sinirlerimi bozmaya yeterdi o derece yani. Ve fakat şimdi gönlümde bi that kurdular. Birinin yapmış olduğu takdire şayan bir davranış, onun kişiliğinde hepsini sevmeme yol açtı. Allahım ben ne iyi kalpli, affedici bi insanım ya… Tencerecileri severim ben o kadar!
Şimdi başka bi konuya atlıycam ama hikayenin sonuda ikisini birbirine bağlıycam, yani yapabilirim bence.
Evde kalmış olma ihtimali, 30’lu yaşların ilk yarısının sonlarında olan tüm kadınları derin bir hezeyana sürükler. Hatta Ferda arkadaşım bu kadın tipine “duvak beyinliler” diyor gerçi “gelin beyinliler” diyo ama ben modifiye ettim. Evlilikten başka hiçbişey düşünememe, odaklanma durumu…
Yani komik ve negatif bi tanım gibi algılansa da evliliğe odaklanmanın o hezeyan döneminde kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum ben. Çevremde tanıdığım, bu hezeyanı yaşayan öyle çok akıllı, iş ve mevki sahibi, güzel, iyi eğitimli, evinde kedi, dışarda dişi aslan, kalbi kadar temiz bir sürü kadın var ki. En büyük korkuları da çocuk sahibi olamamak tabii. Bir çocuğum olmasına rağmen bende bile böyle bir korku yok desem yalan söylemiş olurum. Hem zaten yumurtalarımı dondurmaya karar verdim ben. Yani kullanmazsak kırıp yeriz artık, kader kısmet meselesi.
Sonuç olarak, Türkiye’de her bir HARİKA kadına 4 de 1 pek de HARİKA OLMAYAN erkek düştüğü sonucunu çıkardım ben, hiçbir bilimsel araştırmaya dayandırmadan. Dayandırmıycam da zaten, bence öyle. Bu kadınların eli yüzü, işi düzgün bir erkek bulma olasılıkları gitgide düşüyor. Manavdaki tüm taze meyveler satılmış, geriye çürükler kalmış. Bahsetmiş olduğum yaş ortalamasına sahip erkeklerin çoğu çoktan kapılmış yani. Piyasadakiler de ikinci turu atıyor ve evlenmeye pek de niyetleri yok. Piyasadaki ikinci grup erkekler de olgun kadınlardan hoşlanan piliçler (ay bu lafı seviyorum). Onların da doğal olarak evlenmeye hiç niyetleri yok. Hem, duvak beyinlilerin, hayatlarının tüm alanlarında başarı sağlarken, hayatlarının erkekleriyle tanışma fırsatları o kadar düşük ki. Benim favorim şuaralar görücü usulü. Çok ciddiyim ya, sen sokaktan buluyosun da noluyo? En azından yeni dönem çöpçatanlar, iki kişiyi de iyi tanıyıp birbirlerine uyabileceklerini düşünüyolar. Ailelerini tanıyolar. Yani kesinlikle güvenli ve risksiz bi yöntem. Dibine kadar destekliyorum.
Lafı uzatmayım bir gün ofiste bu meseleyi konuşuyoruz. “Kader kısmet işte” diye bitiyo tüm hikayeler. Aralarında bir hikaye var ki bu duvak beyinlere umut ışığı olur, sevgi pıtırcığı olup mutluluğa kanat açabilme şansları doğabileceğine olan inançları artar diye anlatmak isterim. Çok acayip bi hikaye bence.
Evvet bakın şimdi iki hikayeyi nasıl bağlıyorum.
Sene 90’lar kapı cikcikliyor. 30 lu yaşların sonunda bir bayan açıyor kapıyı. Kapının diğer tarafında kim var bilin bakalım? Bizim meşhur tencereci. Adam başlıyor şatış taktik uygulamalarına. Ama kadıncağız dudağının ucunda bir gülümsemeyle adamı dinlermiş gibi yapıyor. Artık dayanamayacağı sırada da lafını ağzına tıkıveriyor:
“Kardeşim iyi güzel getirmişsin tencereleri de benim evim tencere kaynıyor. Gel bak içeriye göstereyim çeyiz dolabım hıncahınç tencere dolu. Lakin evlenecek adam bulamazken ben tencereyi ne yapayım?”
Ah adam birden insafa geliyor.
“Ablacım sıkmayın canınızı ben sizi münasip bir beyle tanıştırırım ama o zaman alırsınız benim tencereleri”.
Aralarında bir yakınlaşma doğuyor. Seviyorlar birbirlerini. Böyle karşılıklı şakalar espriler eşliğinde ayrılıyolar birbirlerinden.
Gel zaman git zaman, bizim tencereci evleri gezmeye devam ediyor. Başka bir kapıyı cikcikletiyor bu kez:
Kapıyı orta yaşlarda bir beyefendi açıyor. Bizim tencereci laf kalabalığı yapıyor yine tencereleri üzerine. Adam sıkkın ve baygın diyor ki:
“ Valla kullanmayacağım tencereyi alamam kardeşim. Ben yemek pişirmeyi pek beceremem. Bana yetecek üç beş tane tencerem var evimde. Hem zaten bana yemek pişirecek bir karım da yok, hadi ona alayım desem. Yani kusura bakma”
“Eşin yok mu abi senin?
“Yok kardeşim, kafama göre birini bulamadım ben, yıllardır yalnız yaşıyorum”
“İstermiydin abi evlenmek filan”
“E isterdim tabii yalnızlık zor be kardeşim”
BingoJ
Tencereci hemen düzeneği kuruyor, çeyizleri bol olan ablayla üç beş tenceresi olup ama eşi olmayan abiyi tanıştırıyor. Resmen birbirlerini seviyorlar ve evlenmeye karar veriyorlar. Evlenmişler nitekim. Tencereci de nikah şahitleri olmuş ve çocuklarının ismini de Tencer koymuşlar tencereyi anımsattığı için. Yoksa Tuncer miydi o isim, herneyse.
Yok şaka oğlum ben nerden biliyim sonunu ama hikaye gerçek. Hikayenin kadın kahramanı bizim ofisteki bi arkadaşımın tanıdığı.
Bence gerçek hayat filmlerdekinden bile daha olasılık dışı yemin ederim.
9 Mart 2011 Çarşamba 2 yorum

CRAZY





IM NOT CRAZY, MY REALITY IS JUST DIFFERENT FROM YOURS.
7 Mart 2011 Pazartesi 0 yorum

MASSIVE Bİ KONSER

Şimdi anlatacağım hikayenin başkahramanlardan biri benim en yakın arkadaşlarımdan Itır , e mecburen diğeri de benim. En sevgili arkadaşımla tencere kapak gibiyiz ama en çok da olumsuz yönlerimiz birbirine benziyor. Birbirimizle pek sık dalga geçeriz aslında. Ve en sık dalga geçtiğimiz mevzular ikimizde de ortak bulunan özelliklerimizdir ironik bir şekilde. Bunların en başında da unutkanlığımız, vurduymazlığımız, dikkatsizliğimiz ve bazen aptallık derecesinde saflığımız gelir. Şimdi niye böyle bir girizgah yaptım. Çünkü yine abuk bir hikayenin kahramanları olduk beraber. Buyrun:
Ofis arkadaşlarımdan biri geldi bir gün dediki:
“Banu, al bu biletleri. Ben gidemiyorum ama bunları hakkıyla kullanacak tek kişi sensin. Git ve tadını çıkar”
Aman Allahım ya elimde hazine tutuyodum hazine. Boru mu? Çocukluğumun grubu Massive Attack için iki bilet hem deeeee sahne önü. Sahne önü dedim ya, bayağı bildiğin adamlarla birlikte şarkı söyliycez. Nasıl heyecanlıyım nasıl? Eee iyi de kimle gidicem?
“Itır gelir mi ki benimle?”
“Sanmam yavrusunu bırakıp da İstanbul’a konsere mi gider? Hem Memocan ne der?”
Hemen telefonu çeviriyorum
“Alo IT bak dinle, acayip bişey oldu? Elimde Massive Attack konserine sahne önü iki bilet var, benimleee….?
“Tamam, uçakla mı otobüsle mi gitsek?
Ahahaha lafı ağzıma tıkadı. İşte budur ya, ben bu nedenle bu kızı seviyorum en az benim kadar deliJ
Uzun lafın kısası birlikte plan yapmaya başlıyoruz. Neyle gideceğiz, kaç gün kalacağız, kimde kalacağız?
Itır’ın harika kocası da bizi destekliyor ve hemen iki uçak biletini cebimize koyuyoruz ki kimse sonradan caymasın.
Uçuş günü gelip çatıyor. Bu tatilin aynı zamanda ikimiz için de büyük önemi var. Çoluk çocuk olduktan sonra hiç yalnız tatil yapmamışız. Bu uzun zamandır yakalamak istediğimiz bi fırsat. Son yaptığımız İtalya tatili de bayağı maceralı geçmiş. Buarada ben Itır’a bu yaşayacağımız üç günün İtalya tatilinden bile daha maceralı geçeceğinin taahütünü veriyorum. “Hayatta olmaz” diyor. “Üç gün de ne yaşayabiliriz ki?”
Neyse uzatmayım, havaalanında check in sırasındayız. Tam o an işte tam o an, kadim dostumum aklına nüfus cüzdanını evde bıraktığı geliyor. Sıçtık, direk sıçtık yani bizi hayatta uçurmazlar kimliksiz.
“Salaksın kızım diyorum, tam salak ” Ama durum trajik olsa da taşak geçme fırsatını kaçırmam. Benim başıma gelseydi ağzıma sıçardı kesin.
“Tamam sus da çözüm üret diyor.“Ne bok yiycez şimdi?”
“Fotokopisiyle uçabilir miyiz ki?” “Memo’yu arayıp getirmesini ya da en azından faks filan çekmesini istesek?”
“Hayatta olmaz ”diyor.
“Niyemiş o?”
“Öldürür oğlum beni”.
“Haydaaa, sonuçta insani bi hata yapmışsın , aceleden unutmuşsun ne varki bunda?
“O insani hatadan bi kere yapmadım ben” diyor.
Meğer bunlar balayına giderken de sevimli kelebeğim nüfus cüzdanını evde unutmuş. Birileri havaalanına mı ne yetiştirmiş hatırlamıyorum tam olarak hikayeyi şimdi. Memocan köpürmüş ama neyseki bi şekilde çözülmüş. Aradan yine bi vakit geçmiş bu kez yaz tatiline gidiyolar. Tahmin edin bakalım ne olmuş? Ve Memocan’ın kırk kez hatırlatmalarına rağmen aşk böceğim yine çantasına koymayı unutmuş. Yine bi sürü mesele.
Veee bingo, bizim uçuşumuzdan önce de Memo demişki:
“Itır bak kontrol et, kimliğin paran v.s yanında mı? Daha önceki hikayeleri unutma! Bu kez geç gidiyosunuz hayatta uçamazsınız kimse de size kimlik mimlik yetiştirmez”.
“Tamam” dedim “pes yani Itır, bunca hikayeyi ben bile yaşayamazdım. Nah uçarız şimdi”.
Sonra bir plan yapmak zorunda kaldık mecburen. Nitekim hem kimliği almamız hem de Memo’ya bu durumu çaktırmamamız gerekiyor. Ay çok heyecanlı yine iki arada macera yaşıyoruz.
Itır evdeki kadını aradı, buarada Memo odasında uyuyor:
Kısık sesle:“Fatoş Hanım benim Itır. Sakın yüksek sesle konuşup benim aradığımı çaktırmayın. Birazdan Banu’nun ofisinden bir bey gelecek arabayla. Kimliğim mutfaktaki tezgahın üzerinde, kocama çaktırmadan alın onu. Gelen bey sizi cebinizden çaldıracak. Çaldırınca terasa çıkın sessizce. Kimliği sepete koyup aşağı sarkıtın. Aman gözünüzü seveyim Memo’ya çaktırmayın. Biliyorum çok saçma ama gelince anlatırım”
Buarada biz de boş durmuyoruz. Ağlak, korkmuş, ümitsiz tavşan ifadesini takınarak havaalanı polisinin yanına gidip durumumuzu anlatıyoruz. Ay ben bu iki koca tavşanı görsem kesin sorunlarını çözerim o kadar yani. Neyse polis amca hakkaten bize acıyor. T.C. kimlik nosunu bilmeyen arkadaşımın kimlik bilgilerine yine de ulaşıyor. Elimize ufak bir not kağıdı tutuştuyor. Bildiğin dandik blok not:
“Uçabilir!” İmza polis memuru bilmem ne.
“Anah bu kadar mıydı ya? Bu kadar kolay yani?
Elimizde uçabilir kağıdı, tekrar sıraya giriyoruz. Check in de işler tıkır tıkır işliyor bu kez, biz o dandik uçabilir kağıdıyla uçuyoruz. Buarada diğer tarafta macera devam ediyor. Benim iş arkadaşım sağolsun sepetten sağ salim kimliği alıyor. Fatoş Hanım’da çok başarılı ha bu ajan sahnesinde.
Ben yolculuk boyunca fırsat buldukça Itır’la dalga geçmeye devam ediyorum fırsat bu fırsat.
İstanbul’a vardığımızda hayat ne güzel de görünüyor bize. Özgürüz ya resmen, her istediğimizi yapabiliriz. Üniversitedeki kızlar grubumuzum üçüncü elemanının evinde kalıcaz. Konser saatine daha vakit var ne yapsak diye düşünürken biraz evde takılıp sonra Asmalı Mescit’e gitmeye karar veriyoruz. Şöyle yıllar sonra güzel bir restorantta karışıklı birşeyler yiycez ve İÇİCEZ. Yedik, içtik, içtik, içtik bu arada konser 9 da. Peki biz 8:30 civarında nerdeyiz? Yemek yediğimiz kafenin yakınındaki barda tekila tokuşturup gülme krizinde. Sanki Ankara’dayız anasını satıyım, yarım saatte hooopp istediğimiz en uzak noktaya gidebiliriz.
Dokuza çeyrek ya da yirmi kala taksideydik. Öyle bir trafik var ki resmen arabalar kuyruk olmuş. Yürüyüş mesafesiyle beş dakika uzaklığa dakikalarca bekliyerek ulaşıyoruz. Kafalar da çakır, pek durumun ciddiyetinin farkında değiliz aslında. Konser kaçar mı endişesi pek taşımıyoruz. Takside tıkılmaktansa inip yürümeye karar verdik. Saat 9:30 gibi kapıdaydık. Sevinçle elimi çantama attım. Eeeee cüzdanım nerde?
“Itır cüzdanım yok?”
“Çantanın içinde bi yerdedir, biletleri ver bana”
“Biletler cüzdanımın içindeydi”
“E iyi cüzdanını bul o zaman”.
Beynim zıııııızzzzzzzzzttt 3 - 4 saat önce kapıdan çıkış sahnemize dönüyor:
“Itır ben cüzdan müzdan almıycam, kesin çaldırırım ben bu salaklıkla”
“Evet alma bi de polisle molisle uğraşmayalım.”
Cüzdanımı, içi rahat bir tavırla bavulumun içine atıyorum. Hazine değerindeki biletlerimizle birlikte tabii…
Şimdi sıçtım, yok sıçmak az kalır direk boka battım. Yani konsere gidemeyecek olmayı bir kenara bırak, Itır’ın sözleriyle muhattap olmak ölümden beter. Ne yaptım ben ya. Burdan ışınlanmak istiyorum, direk böyle puf diye yokalayım. Ne güzel bi süre ben üstteydim, sürekli dalga geçiyordum şimdi Itır eline fırsat geçmişken canıma okur. Nitekim de öyle oluyor, kafamızın biraz kıyak olması nedeniyle sert çıkışlar yapmasa da ağzıma sıçıyor tabii. Hakediyorum ama az bile yaptı. Bi yandan da gülüyoruz ama harbi komik olay ya. Altı üstü bi konsere gidicez, yani normal insanlar için tamamen sıradan bir anı olarak kalacakken bizim için bi maceraya dönüşüyor. Adam gibi bi konsere bile gitmeyi beceremiyoruz iki kafadar. Neyseki elimizde tek saksı yerine iki saksı var, bi sürü salaklık yapsak da acil durumlarda kolayca pratik çözümler bulabiliyor bizim saksılar. Hemen Didem’i arıyoruz. Allahtan eve gelmiş. Fazla açıklama yapmaya vaktimiz yok. Hemen biletlerin yerini tarif ediyoruz. Sizin tanıdık taksilerden birine ver, Kuruçeşme Arena’nın kapısına getirsin. Aslında getirse bile içeri girebilir miyiz meçhul. O kadar sıra birikmiş ki kapıda, bizim içeri kapılar kapanmadan girmemiz mucize olur.
“Gel” diyorum “şu benzinlikten iki bira alalım”.
Alıp kuruluyoruz kaldırımın üstüne. Kim der bize 35 yaşında iki anne. Gençlik dönemlerimizdeki gibi. Biralarımızı yudumlarken bir yandan da taksimizi an be an takip ediyoruz. Didem benim telefonumu vermiş taksiciye. Adam sürekli beni arıyor:
“Ablacım şimdi mezarlığın ordayım trafiğe takıldım ama merak etmeyin hızlıyım yani”
“Ablacım şimdi bilmemnenin önündeyim.”
“En son “Ablacım şimdi benzinliğin önündeyim” diyor.
“Bekle orda diyorum ben sana geliyorum” artık beklemeye dayanamayarak. Itırı kaldırımda yalnız elinde birasıyla bırakırken, elimde biramla artık bir kaderi paylaştığımız taksicimin taksisine biniyorum aceleyle.
“Arenanın önünde atın beni çok teşekkürler bu arada”
“Rica ederim diyor eğlence var yani bu akşam ha?”
“Hay Allahım bi yavşak taksici eksikti”.
Atıyorum kendimi arabadan geri kalan yolu koşarak gidiyorum. Itırla koşarak kapıya varıyoruz ve tam biz içeri giriyoruz kapılar ardımızdan kapamıyor veeeeee sahne ışıkları yanıyor. Ucu ucuna nefes nefese sarılıyoruz Itır’ımla birbirimize bir ağızdan “Karmacoma jamica’ aroma” diye gözyaşları içerisinde eşlik ediyoruz sahneye.
Yok gözyaşı mözyaşı yoktu, hem ilk şarkı da Karmacoma diildi. Zaten şarkı sözlerinin çoğunu da bilmiyoduk. Ama çok massive bi konserdi ya. Ahhhhh…
 
;