14 Aralık 2015 Pazartesi 0 yorum
"Yalnızlık ve tek başınalık arasındaki farkı biliyor musun?" diye sordum kendini yalnızlık denizinde boğulmaya terk eden 12 yaşındaki ergen kızıma
"Evet." dedi
"Anlatsana biraz" dedim ufak da olsa bir farkındalık yaratmayı umut ederek.
"Tek başınalık kendi seçimindir. Bazen zevkli bile olabilir, yalnızlığınsa sorumlusunun başkaları olduğunu düşünürsün. Terk edildiğini sanırsın. Acı vericidir."
"Peki sen de şu yaşadıklarında tek başınalığının keyfini çıkarsan olmaz mı biraz?" diye sordum.
"Hayır" dedi, "Şu an yalnızlığımın sebebi olarak başkalarını suçlamak istiyorum."
Öyle şaşkın şaşkın baktım yine ben. Kimin farkındalığa ihtiyacı var Allah aşkına! Geçen konuyu konuşurken arkadaşlarımdan biri "Baba Çınar ağacı gibidir, meyve vermese de gölgesi yeter" sözünü hatırlattı. Ergen kızımla ilişkide Çınar ağacı gibi olmaya karar verdim. Dilsiz, meyvesiz ama kökleri magmaya, dalları gökyüzüne kadar uzanan, gölgesinde dinlendiğin, kucağında huzur bulduğun, kocaman bilge bir çınar ağacı...
9 Aralık 2015 Çarşamba 3 yorum

Saat 6:40 gibi bir şey. Gözlerim yarı kapalı olduğu için telefonun saatini ancak bu kadar görebiliyorum. Kendimi tuvalete taşımam lazım. Akşam yediğim karpuz boş durmamış, beni sıkıştırıyor. Karpuzun nasıl olup da sıvı halini koruyarak tekrar top şeklini alıp mesaneme yerleştiğini merak ediyorum. Hayır hamileliği hiç özlememişim ve evet küçük parmaklar feda etmek içindir. Ben de kapının eşiğine vurmak suretiyle sağ küçük parmağımı feda ediyorum. Gelecekte küçük parmaklarımız olmayacakmış haberiniz olsun bu arada, doktor olan bir arkadaşım söylemişti. Hatta neredeyse varlığı mikroskopla görülebilecek küçük parmağıma yarı tiksintiyle bakıp “sen evrimin bir parçasısın yakında küçük parmaklara ihtiyaç duyulmayacak” demişti de tuhaf bir gurura kapılmıştım evren beni seçti diye. Acısını dindirmek için ayağımı avucumda sıkıp bir yandan da sıçrayarak kendimi tuvalete atıyorum. Acısını dindirmek için ayağımı elime alıp sevgiyle sıktığım gibi kalbimi de sıkabilsem keşke diye geçiriyorum içimden.

Kalbimi sıkamıyorum ama bacaklarım ve popomun bir kısmı ıslak klozetin üzerine yayılınca dişlerimi sıkıyorum. Baba ya…Unutmuşum ben erkeklerin klozetin kapağını kaldırmadıklarında kapağa damlattıklarını. Ve ayakta işeyemeyen zavallı dişilerin bu damlalardan nasibini aldıklarını. Bir hışımla salona gidip “Baba lütfen bundan sonra klozetin kapağını kaldırır mısın tuvaletini yaparken? Gerçekten çişin bacaklarıma bulaşmasından nefret ediyorum” demek istiyorum öfkeyle. Ama onun yerine “Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla” diyorum kendi kendime. Sabahın köründe, kocayla yapılacak kavgayı babayla yapmayım diye çişli klozette oturup kendi kendine kıkırdayan bir deliyim ben. Ayrıca karpuzun kendini kanalizasyona bırakması tahminimden uzun sürüyor. Bana dakikalar gibi gelen bir süredir buradayım.

Kolumu biraz daha uzatabilsem şu şampuana uzanabilir miyim ki acaba? Bu arada hazır fırsat yakalamışken tüm şampuan arkası yazıcılarına sesleniyorum. Bence muhteviyattan daha eğlenceli şeyler yazmalısınız. Ne bileyim “Azimli sıçan betonu deler” gibi motive edici sözler ya da kıssadan hisse hikayeler filan belki. Okunmuyor sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Tuvalette elimiz kolumuz bağlıyken bazen çok sıkılıyoruz ve şampuanların, saç kremlerinin içeriklerini ezberliyoruz biz. Hatta bu konuda uzmanlığı olanlar bile oluyor. Onlar artık çoğu zaman duş jellerine filan geçmiş oluyorlar.

Aaa hala orada bu arada. Göz göze geliyoruz. Daha doğrusu benim gözlerim onun üzerinde. Ne zamandır orada acaba üç gün mü oldu? Ya da beş? Milim kıpırdamamış. İçinden diş macununu çıkarıp dolabın üzerine koyarken bir süre sonra sıkılıp orayı terkedeceğini, yürüyüp gideceğini ummuştum. Ama yürümemiş. Diş macunu kutuları yürümüyordur belki de. Eğer yürümüyorsa bir süre sonra kendini imha ediyordur herhalde. Acaba kaç yüzyıl sürüyordur doğada yok olmaları? Evin çocuğu biliyor bence. Kılını bile kıpırdatmayıp ona söylenen hiç birşeyi asla yapmadığı, mesela bu kutuyu çöpe atmayı aklından bile geçirmediğine göre, onun bir süre sonra kendi kendini imha edeceğini biliyordur. Ya da belki de çocukların gözünün önünde bir perde vardır. Etrafta olan dağınıklık filan gibi şeyleri asla görüp farketmemelerini sağlıyordur. Bu perde anne olunca kalkıp gözler keskin birer dağınıklık ve çöp sensörlerine dönüşüyordur bilemiyorum. Baba olunca perdede yapısal bir değişiklik olduğunu sanmıyorum bu arada. Neyse sonuçta evin annesi olarak bu kutuyu yürütmek benim görevim tıpkı kendini yıkayamayan çamaşırları yıkamak, hareket edemeyen bulaşıkları makinaya dizmek, kendi kendini temizleyemeyen evi süpürüp silmek ve ayıklanıp bir çırpıda kendini pişiremeyen sebzeleri pişirmek benim görevim olduğu gibi.

Bak yine sırıtıyorum. Evrenin son halkası olduğundan küpküçük parmaklı, kalbini de acıyan ayağı gibi eline alıp iyileştirmek isteyen, şampuan arkası okuyup, diş macunu kutularının yürüyebileceğine inanan, bir erkekle yaşamanın tuhaflıklarını unutmuş ve ev işlerine uyuz olan bir anneyim ben! Bir mesane boşaltım süresince tüm hayatım bir film şeridi gibi zihnimin kıvrımlarından akıp gidiyor. Belki de ölmek böyle bir şeydir. Hadi kalk felsefe yapma duş al duş!!!
11 Ağustos 2015 Salı 0 yorum

ÖZBENE HİTABE


Ey öz benliğim,

Birinci vazifen tüm istikbalini, tüm benliğini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, ailevi ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, benliğini koruma görevini üstlenir, zorlu durumlarda mevcudiyetini koruma ve müdafaa etme durumuna düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Varlığına ve bütünlüğüne kastedecek insanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Bu insanlar cebren ve hile ile seni değersiz hissettirip, korku içinde bırakarak aziz benliğinin bütün hücrelerine acı ve yetersizlik hisleri aşılamış, yıllarca oluşturduğun tüm koruma duvarlarını yıkmış, tüm korkularını harekete geçirmiş, ruhunu savunmasız bırakmış ve fiziksel bedeninin her köşesini bilfiil işgal etmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, ruhunun, zihninin ve bedeninin üzerinde söz hakkına sahip olduğunu iddia edenler gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu şahıslar şahsî menfaatlerini, özünün istek, arzu ve geleceğe yönelik tüm planlarının üstünde tutabilir. Tüm varlığın ruhsal çöküntü içine girmiş ve ne yapacağını bilmezlik içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.


Ey tek gerçekliği kendi olan, tek başınalığının keyfini çıkarıp bundan keyif duyan, özünün evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen kendi benliğini koruyup, kendini olduğun halinde sevip kabul etmek , yetersiz ve değersiz olduğun fikrinden kendini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, yüreğindeki asil öz sevgide mevcuttur!
15 Haziran 2015 Pazartesi 0 yorum


Mekan: Evin salonu
Zaman: Dün akşam
Kişiler: Anne (40) , Kızı (11)
Sahne: Anne ve kız en sevdikleri ve IKEA'nın 13 kişilik olduğunu iddia ettiği tek koltuklarında yayılmış animasyon filmi Shrek'in başlama saatini beklerken, zorla dayatılan milyonlarca reklamı seyretmek zorunda kalmakta, ve her çıkan reklama saçma sapan yorumlar yapmaktadır.

Anne: Bence bu reklamdaki çocuk çok yakışıklı
Çocuk: Bence sen herkesi yakışıklı buluyorsun
Anne: Bence sen de hiç kimseyi beğenmiyorsun
Çocuk: Belki kalbi güzel değil. Belki de bu dış görünüşün altında çok korkutucu bir insan var!
Anne: Ama beğenip yakınlaşmadan da nasıl bir insan olduğunu anlayamazsın
Çocuk: Doğru anlayamazsın
Anne: E peki nasıl tanıyacaksın karşındakini?
Çocuk: Güzel çirkin demeden herkese aynı şansı vererek
Anne: Demek evde bir Mevlana yetiştiriyorum!
Çocuk: Efendim?
Anne: Yok bir şey, utandım biraz sana bok atasım geldi
Çocuk: Anne!!!
Anne: Peki Shrek yakışıklı mı?


Kıkırdamalar, gıdıklamalar eşliğinde annenin düşüncelere dalmasıyla sonuçlanan bir anne kız akşamı ve yine alınan dersler....
3 Haziran 2015 Çarşamba 0 yorum

HAYALLERİMİN VE YETENEKLERİMİN PEŞİNDEN...

“..…gitmek istiyorum” dedim. Ama öncesinde “Size aşığım ben.  Size ve ofisinize ancak…” diye söze giriş yapmıştım. Aklından geçenleri göstermeyen bir yüz ifadesiyle yüzüme baktı. Anlayabildiğim tek duygu hafif bir şaşkınlıktı zira sol kaşını hafifçe yukarı kaldırmıştı. Fakat o şaşkınlık daha sonra yerini içten bir gülümsemeye bıraktı. Bakışlarında biraz da alaycılık vardı ama birkaç saniye süren o ifadeyi görmezden geldim.

 “Ben de sana aşığım öncelikle onu belirteyim” diye söze başladı. “Neymiş hayallerin bir anlat bakalım. Nasıl para kazanmayı düşünüyorsun?” Üzerine ışık tutulmuş tavşan gibi öylece bakakaldım. Henüz bir şey düşünmemiştim ve bunu açıkça söyleyemezdim.  Birkaç cümleyle derdimi ve yapmak istediklerimi anlattım. İşin garibi anlatana kadar ne yapmak istediğime dair hiçbir fikrim yoktu. Sırf onu ikna etmek için uydurduğum planlar sonradan mantıklı iş alanları yaratacak gibi görünüyordu. Ağzımdan dökülen benim bile inanmadığım planlarımı sakince dinledi.   “ Tünelin sonunda gördüğün ışığı benim de görmem lazım. Hayatında zorluklar yaşadın. Sorumlu olduğun insanlar var. Seni öyle sokağa bırakamam. “

Hayat ne tuhaftı, karşımda bir adam oturuyordu. Tam 10 yıldır beraber çalışıyorduk ama onun dışında hiçbir bağımız yoktu görünürde. Ama içimizde birbirimize derinden bağlıydık belli ki. Bana karşı kendini sorumlu hissediyordu ben de ona karşı kendimi sorumlu hissediyor olmalıyım ki öyle çekip gidemedim, önce iyi olacağıma dair onu ikna etmeliydim. Birden bilinçaltım açıldı ve kelimeler ağzımdan yuvarlandı sanki. “Benim için sizin onayınız çok önemli. Ailemde kollayıcı bir erkek figürü yok biliyorsunuz. Ne eşim, ne dayım ne amcam…Siz benim için o kollayıcı erkek figürüsünüz”  Çok duygusal bir andı. Bilmeden ağır bir rol biçmiştim kendisine. O da kabul etmişti anlaşılan. Sözcükler bir bir dökülürken ben de ne dediğime şaşırıyordum.
Çok inanılmaz bir sistemin içerisindeyiz hakikaten. Bunu da geçen gün düşündüm. Sonuçta hayatta bir başıma gibi hissediyordum kendimi. Ama yine de öyle kalınmıyor ki bir başına. Bazı kilit noktalara önemli insanlar yerleştiriliyor ve onlar görev süreleri boyunca o noktalardan seni gizlice desteklemeye, kendi ayaklarının üzerinde durabilene kadar uzaktan izlemeye devam ediyorlar. Baktılar tökezliyorsun, kanatlarından biraz tutuveriyorlar sana fark ettirmeden. İşte patronum da benim için öyle kilit bir noktadaydı ve gizlice ya da alenen uçuşumu destekliyordu.

 “ Başka bir ofiste işe başlayacağım deseydin ayaklarından tutar bırakmazdım ama belli ki kendin için bir şeyler yapmak istiyorsun, bana da senin yolunu açmak düşer” dedi. Fazla söze gerek yoktu. Artık yalnız uçmak, bir bilinmeze doğru kanat açmak istiyordum. Ve bu isteğim bir şekilde kabul görmüştü. Fazla vakti yoktu hızlıca çıkması gerekiyordu bir toplantı için. Konuşmayı ertesi gün tamamlamak, ayrıntıları konuşmak üzere yarım bıraktık. Asistanı olduğum için sadece 20 dakikası olduğunu bilerek konuşmayı başlatmıştım. İlk sefer için daha uzun bir konuşmayı yüreğim kaldırmayacaktı zira. O çıktığında ve ben yerime oturduğumda hafiflemiş gibiydim ama tam olarak da durumun farkında değildim. Bir süre kimseyle paylaşmamı istedi. Sanırım onun da içinde sindirmesi gerekiyordu. Akşam saatlerinde ofise döndüğünde artık arkadaşlarıma söyleyebileceğimi belirtti. O noktadan sonra durum kontrol edilemez bir hal almaya başlamıştı. Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim ve önümü göremiyordum. Fakat içimdeki ses devam etmemi, asla korkuya kapılıp yolumu değiştirmemem gerektiğini söylüyordu. 

10 yılımı birlikte geçirdiğim insanlara bir bir durumumu açıkladım. Seçtiğim kelimeler aşağı yukarı aynıydı, tepkilerse çalışma arkadaşlarımın karakterlerine göre değişiyordu. Örneğin anaç olan dostum “hemen hesaplarını getir, sen paradan anlamazsın ben sana en azından bir yıllık bir kazanç-gider dengesi hazırlayacağım” derken, daha gerçekçi olan bir diğeri “maddi manevi her daim yanındayım yolun açık olsun” diyor, öteki “sakın bize sormadan ortaklık filan kurma onca avukatız her adımını bize danış” derken, emekli olmak üzere olan beriki “ kızım bari kızını filan evlendirip öyle yoluna gitseydin. Ne yapacaksın öyle yalnız güvencesiz “ diyerek çekincelerini dile getiriyordu. Hepsi çok farklı tepkiler vermişti ama ortak yanları sevgiydi. Bana karşı inanılmaz bir sevgi hissediyorlardı. O an ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Ne kadar sevildiğimi, onaylandığımı, değer gördüğümü. Kaç insan bu güzel ayrıcalığı tadabiliyordu acaba? İşlerinden, patronlarından nefret eden onca insan tanımıştım. Bu bir ayrıcalık değil de neydi ki? Yüce yaratıcı hayatıma onca zorluk koyarken, bu alanı özellikle rahat, güvenli ve sevgi dolu tutmuştu belli ki. Çalışma ortamım ve kazancım da çok kötü olsaydı o zaman onca acı dolu deneyimi yaşarken ayakta kalmayı başarabilir miydim? Oradan oraya savrulurken tutunacak dalım olmasa istikrarlı bir şekilde durup fırtınanın geçmesini bekleyebilir miydim? Kayıplarımı yaşarken kimse sırtımı sıvazlamasa kalkıp tekrar yoluma devam edebilir miydim? Cevap çok netti. Korunuyordum ve bu koruma ilahi düzen içerisinde bana iş ortamım olarak sunulmuştu.

Fakat ruhum gelişmek ve yeni deneyimler yaşamak istiyordu ve burada kalarak bunu yaşayamayacaktım. Çünkü bedenimi tüm gün ofiste oturur vaziyette tutmak için ekstra çaba harcamam gerekiyordu ve bu duygu beni çok yoruyordu. Güvenli ortamı bırakıp derin sularda yüzmek çok korkutucuydu ama bunu yapmazsam hep olduğum yerde kalmak da çok korkutucuydu. Ya şimdi ya da hiçti. Çünkü kırk yaşındaydım. Ne saçma sapan kararlar alıp kendini tehlikeye atacak kadar genç ne de artık kıpırdama gücü bulamayacak kadar yaşlıydım. Bir yerde okumuştum. Kırk yaş bilgelik yaşıydı. Bu zamana kadar bir sürü harika dersler almış, farklı deneyimler ve farkındalıklar kazanmıştım. Bu hayatta olduğuma göre derslerim devam ediyordu. O halde daha önce aldığım dersleri almak yerine yeni dersler almak, yeni hocalar tanımak için cesaret göstermeli, yolumu açmalıydım. İşte tüm bu düşüncelerdi beni ayrılık kararına götüren. Daha önce cesaret edemeyişimin sebebi ise sevgi, güven ve alışılmışın verdiği rahatlık duygularıydı. Çok uzun bir düşünme karar verme sürecinden sonra işte bu noktadaydım. İşin en zor aşamasını geçmiş, patronuma ve iş arkadaşlarıma söylemeyi başarmıştım. Ve ben, bunca karışık duyguyu hissederken hiçbir tepkide bulunmamış, her şey sıradanmış gibi davranmıştım.  Bu normal miydi?

Aslında pek de normal olmadığını daha dün fark ettim. Ofiste çok sevdiğim bir arkadaşım için sürpriz bir emeklilik partisi düzenledik. Haberi yokken toplanıp harika bir yemek organize ettik. Daha öncesinde tek tek ona olan duygularımızı bir videoya kaydetmiştik ve masaya oturunca öyle aniden gösteriverdik. Hepimiz o kadar içten ona sevgilerimizi sunmuştuk ki, izlerken her konuşan kişi sanki emekli olan arkadaşım için değil benim için konuşuyormuş gibi hissettim. Ve o noktadan sonra kontrolümü kaybettim. Ağladım, ağladım, ağladım. Sanki işimden değil eşimden ayrılıyormuşum gibi. Sanki dünyanın bayıldığı, yakışıklı, zengin, anlayışlı ve sevgi dolu bir kocam varmış ama ben artık ona âşık olmadığım için boşanmak istiyormuşum, dışarda da başka yakışıklılarla flört ediyormuşum gibi.  Biliyorum bu söylem yakışık almadı ama hissettiğim tam olarak bu!

Peki, şimdi ne olacak? Gerçekten bilemiyorum. Aklımda Şems-i Tebrizi’nin sanki benim için söylenmiş bir sözüyle yola devam….

“Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.”
5 Mayıs 2015 Salı 2 yorum

PROJE Mİ DEDİNİZ?

Bu sıradan gibi görünen Pazar akşamında, her zamanki gibi on beş gün önceden verilmiş ancak teslim gününden bir gün önce günün son saatlerinde haberim olan proje ödevine mecburiyetten yardımcı üretici olarak katıldım. Acımasız şeytan bir yandan "kır şu kızın kafasını, aklı başına gelsin ki bir daha son dakikaya ödevini bırakmasın" diye beni dürterken, sorumlu ve anlayışlı bir modern çağ annesi olarak sakince saçıyla başıyla oynayıp duvarları izleyen kızımın dikkatini ödevine yönlendirmeye çalışıyordum. Ancak ne yalan söyleyeyim tek dileğim annemlerin kuşağından bir ebevyn gibi fırlayıp terliği kızımın kolundan bacağından teyet geçirmekti. Projeyi tamamlayıp öfler püfler, cık cıklamalar eşliğinde ödevin sonunda hazırlanması gereken 12 sayfalık rapora geldiğimizde 40 yaşında fahri bir 5. Sınıf öğrencisi olarak öğürmek üzereydim. Raporun 12 sayfa olması yetmezmiş gibi , bir de evrende bulunabilecek en abuk sorulara cevap vermemiz gerekiyordu. Olabilecek en mantıklı cevaplarla son soruya bir şekilde geldik: "Bu proje günlük hayatınıza neler kattı?" Derin hemen cevabı yapıştırdı: "Gerginlik!"


Hahahah İlahi Derin ya doğru söze ne hacet J
0 yorum

ALDATMA

 “Sevilen birisinin, başkası ile ilgilendiği kanısına varıldığında takınılan olumsuz tutum” diye açıklamış ‘kıskançlık’ kelimesini Türk Dil Kurumu. Hah işte hissettiğim duygu tam olarak bu! Dün akşam gördüm sizi beraber. Benden başka hiçbir kadına ilgi duymayacağını düşünmüştüm. Ne aptalmışım. Senin bir erkek olduğunu, tüm opsiyonları değerlendirebileceğini nasıl da aklımdan çıkarmışım. Bari tanımadığım biri olsaydı. Yetmezmiş gibi bir de yemeğini yemişsin. Hani aşkın yolu mideden geçerdi? Senin miden sevgili başbakanımızın duble yolları gibi maşallah. Hemen bir yetersizlik hisleri baş gösterdi bende. Benim yemeklerim yetmiyor demek ki sana. Ya da beğenmiyor musun acaba? Başka nelerim yetmiyor? Yeterince sevgi dolu değil miyim? Seni yeterince özgür bırakmıyor muyum? Her istediğin olmuyor mu? Evimin kralı sensin, o da mı yetmiyor ha? Oysa hep sevgiyle bakardın yüzüme sana yemek hazırlayınca. Acaba onun da yatağına giriyor musun? E o kadar yakınlaştığınıza göre almıştır kadın seni yatağına. Gerçi evine girerken biraz temkinliydin. Belki göreceğimden korkmuşsundur. Hiç sanmam gayet de rahat ve mesuttunuz, hatta kadının kahkahaları hala kulağımda. Ben de ne bileyim biraz apartmanda dolaşıp geleceğim dediğinde seni uğurluyordum ahmakça. Ah kafam ah ben nereden tahmin edeyim senin çapkınlığa gideceğini? Zere bir süre sonra sonra yorgun argın gelip uyuya dalmanın bir nedeni varmış. Ay nasıl da sevgi doluydun onunla beraberken. Gırlamalar, sıçramalar, taklalar. Yetmezmiş gibi bir de numara öğretmiş kadın senin gibi küstah bir varlığa. Böyle eliyle spiral çiziyor kadın, sen bir zevkle spiral yönünde yuvarlanıyorsun. Ya ben iki yıldır akşamları sevişelim diye ağlıyorum bir kere kendin istemeden kucağıma gelmedin. Bu spiral numarası ne ha yuvarlanma ne? Sen görürsün bundan böyle boynunu kaşımıycam, ellemiycem işte kulaklarını, öpmiycem burnunla bıyıklarının arasını. Alçak! Aldatıcı! Pis çapkın! Of Ceviz of yaktın beni…

Aldatılan aşıktan, 2 numarada oturan İranlı hatunla ilişki kuran maşuğa, efkardan içilen sert bitki çayı eşliğinde yazılmış acı dolu mektup (Mayıs 2015)
30 Mart 2015 Pazartesi 0 yorum

ŞEFKAT GÖZLÜKLERİ



Hışımla çantasını fırlatmış belli ki, zira okul kokmuş mor çantayı kapının girişinde yerde buldum. Eve ondan geç geldiğim için, duygu durumunu çantanın pozisyonuna göre tahmin edebiliyorum. Düzgünce kapının sağındaki koltuğa bırakılmışsa örneğin, sakin ve nispeten güzel bir okul günü geçirmiş. Koltuk yerine yerde duruyorsa, kafasını kurcalayan bir şeyler var. Kapının girişine doğru özensizce fırlatılmışsa kırmızı alarm. Belli ki sevimsiz bir okul günüymüş. Biraz sakinleştirilmeye, sevilmeye, konuşturulup rahatlatılmaya ihtiyacı var.

Sessizce odasına gittim. Baktım ödev yapıyor. Sandalyesinde kaykılmış, üzerinde hala forması var. Okul ve toz kokan başını öptüm. Umutsuzca gözlerini bana dikti. Anlaşılan kolay teslim olmayacak. İki sevgi sözcüğüyle konuşturmayı başaramayacağım.

“En sevdiğin yemeği yapmıştım dün” dedim.

“İyi” dedi ilgisizce. Sonra da üzgün kara gözlerini ödevine yeniden çevirdi.

“Bu gün ofis çok sıkıcıydı. Kendimi çok iyi hissetmiyorum ben pek. ” dedim.

Bu kez bir söz söyleme gereği bile duymadı. Oysaki onaylama cümlesiyle kendisini ifade etmeye hevesli olur sanmıştım. Yanlış taktik. Başka bir şey denemeliyim.

“Ofis bazen çok zorlayıcı olabiliyor. Özellikle arkadaşlar bazen çekilmez oluyorlar. Okulda öyleydi. Hiçbir farkı yok bence!”

Tekrar baktı. Bu kez gözünde bir kıvılcım yakaladım. Hadi çalıştır saksıyı Banu. Kendi okul yıllarını hatırla. Ne yapmış olabilir bu acımasız cüceler benim prensesime? Dalga mı geçtiler acaba dur bakayım?

“Bana küçükken Arap derlerdi. Çok üzülürdüm. Ne acımasız oluyor bazen şu çocuklar”

Cevap yok. Bu da işe yaramadı. Demek ki dalga geçmiyorlar. Peki, ne yapıyor olabilirler?

“Kendimi sınıfta yalnız hissederdim. Pek kimseyle oynamazdım. İletişim kurmak kolay değildi.”

Bu kez ilgiyle beni dinliyor.

“Yalnız mı bırakırlardı seni?”

“Evet, yalnız takılırdım çoğunlukla.”

“Ben de sınıfta yalnızım genelde. Her teneffüs diğer sınıftaki arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalıyorum..”

Evvet yakaladım işte. Demek ki kendini bu yeni sınıftaki çocuklardan soyutluyor.

“Arkadaşlarımın olduğu diğer sınıfa geçmek istiyorum anne ben.”

“Ama Derin’ciğim daha önce de konuştuk ya. Okulun kapanmasına çok az kaldı, artık bu saatten sonra sınıfını değiştirmezler. Hem değişiklik istiyorsan sen müdürle konuşmalısın. Ben senin yerine yapamam ki bu konuşmayı.”

“Konuştum zaten!”

Çok iyi. Demek ki kendini ifade edebiliyor. Benden medet ummak yerine, dümeni eline almış, istediği değişiklikleri kendisi hayata geçirmeye çalışıyor. Ama anlaşılan çabaları işe yaramamış. İstemediği sınıfta tutsak edilmiş gibi hissediyor kendini. Bu tutsaklık hissi nedeniyle de kendini izole ediyor herhalde. E hal böyle olunca da diğer çocuklar onu aralarına kabul etmiyorlar. Şu anda yapabileceğim bir şey yok tabii. Sonuçta onun yerine deneyimlerini yaşayamam, acılarını, küskünlüklerini, kızgınlıklarını hissedemem. Ama o bunları hissederken varlığımla, sevgimle onu rahatlatabilirim, daha kolay atlatmasını sağlayabilirim belki.

Kendi küçüklüğüme baktığımda en çok bu yanımın eksik kaldığını hatırlıyorum. Ailemden yaşadığım şeyleri anlamalarını beklemiyordum fakat arkamda durup ne yaparsam yapayım beni desteklediklerini, acı çekerken sevgileriyle içimi huzurla doldurmalarını bekliyordum. Sıkıntıları anlatmak istemezdim. Çünkü çözüm bulmalarını istemiyordum ki. Benim kendimce çözümlerim vardı. Ben sadece sevgiyle sarmalanmak istiyordum o kadar. Dikkat edin bakın kimse derdini bir başkasına çözüm bulsun diye anlatmaz. Çözümleri dinlemez bile. Onun tek istediği dinlenmek, içini dökmektir. Sizin oradaki varlığınız, sevgi dolu bakışlarınız, belki ufak dokunuşlarınız yeterlidir.

Bu noktada kızıma yardım etmek için varlığımı kullanmam yetecekti. Bir de empati yeteneğinin gelişmesine katkıda bulunabilirdim belki. Yani arkadaşlarının neden bu kadar acımasız olduğunu anlarsa belki onları affetmesi daha kolay olurdu. Affetmenin önemini biliyordum. Sonuçta keskin sirke küpüne zarardı. Onlara öfkelendikçe kendi ruhuna zarar veriyordu. Yani affetmesi “hadi artık öpüşün barışın, kardeş kardeş oynayın artık” mantığıyla değil “bana yaptığı acımasızlıkların temelde bir nedeni var. Yaptığı şeylerden dolayı ona kızgınım ama sebeplerini de anlıyorum. Ve onu kendi haline bırakıyorum” mantığıyla olmalıydı. İçinde yaptığı bu tür bir affetme onun daha fazla öfkelenmesini engelleyecek, sirkenin küpüne zarar vermesi riskini bertaraf edecekti. Onu üzen çocuklarla oynamak hatta muhatap olmak zorunda bile değildi ancak içindeki öfke ve kinden kurtulmak zorundaydı.

Ben bir psikolog değilim tabii, ancak 11 yıllık anneyim. Kendi çocuğum ve etrafımdaki çocuklardan gözlemlediğim kadarıyla çocuklar empati yeteneğiyle doğmuyor. Daha çok hayatta kalma içgüdüleri neticesinde bencilce hareket ediyorlar. Karşıdakinin o anki içinde bulunduğu durumu anlamak, hislerini algılamak ve buna göre geri bildirimde bulunmak ancak olgunlaştıkça artan bir farkındalık seviyesi. Fakat ben yine de bu sürecin hızlandırılabileceğini düşünüyorum. Ebeveynlerinin söyledikleri değil kendi davranış biçimleri çocuğun bu konudaki bilincini geliştiriyor kanımca. Bekleyip çocuğumun farkındalığının kendiliğinden artmasını umabilirdim ama o kadar vaktim yoktu. Çok sıkıntılı görünüyordu ve kendi inanç sistemime göre biz bu hayata sıkıntı çekmek için değil, keyif almak ve mutlu olmak için gelmiştik. Elbette ki zorluklarla mücadele edecektik ancak eğer bu zorlukları atlatmanın daha kolay yolları varsa neden bekleseydik ki?

Neticede Derin’i bu içinde bulunduğu zor durumda desteklemek kendi çözümünü üretmesi için harekete geçirmek istiyordum. Saksıyı çalıştırmalı güzel bir yol bulmalıydım. Sonuçta Derin’in başkasının ayakkabılarıyla yürümesini sağlayacaktım ve bunu çocuksu bir yolla yapmalıydım. Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm ve nihayetinde aklıma harika bir fikir geldi.

Hemen koşup içerden geçen gün aldığım parti gözlüğünü kapıp getirdim. Üzerinde kalpler olan çok eğlenceli bir gözlüktü bu. Ödevini bitirince yanıma gelmesini, bir oyun oynayacağımızı söyledim Derin’e. İkimizde hazır olduğumuzda konuyu açtım. Ofiste çok zor bir gün geçirdiğimi, falanca hanımla neredeyse tartışma noktasına geldiğimizi, ona karşı çok öfkeli olduğumu söyledim. Beni şüpheyle dinliyordu. Dedim ki:

“Bak Derin, bu bir şefkat gözlüğü”

Anlamamış bir ifadeyle yüzüme baktı.

“Yani bu gözlükleri taktığında sorun yaşadığın insanları şefkat, merhamet ve sevgi penceresinden görebiliyorsun. Sihirli bir gözlükmüş gibi düşün.”

Yüzündeki şaşkın ifade sürüyordu. Fazla uzatmadan konuya girdim.

“Bak şimdi. Gözlükleri takmadan önce falanca hanım hakkındaki fikirlerim şöyle”

O arada hemen kısa bir senaryo yazdım. Güya yaptığım ufak bir hata neticesinde falanca hanım bana çok kızmıştı ve kendimi haksızlığa uğramış gibi hissediyordum. Öfkeli ve kızgındım. Bu hikâyeyi bir çırpıda anlattım ve ardından hemen gözlüğü taktım. Gözlüğü takınca yüzündeki ifade anında değişti. Kesin kalpli gözlüklerle çok komik görünüyordum. Kıkırdamaya başladı. Aramızdaki buzlar eriyordu anlaşılan doğru yoldaydım.

“Falanca hanımla aslında aram normalde iyidir. Sakin ve anlayışlı biridir. Normal bir vakitte olsa yapmış olduğum hatayı bu kadar büyütmeyip göz ardı edebilirdi ama bugün o da kötü bir gün geçiriyordu aslında. Benimle yaşadığı olaydan önce o da patrondan biraz azar işitmişti. Kendini kötü hissediyordu belli ki. O da öfkesini kontrol edemeyince bana patladı. Hem bir süredir babası hastanede ve onun için çok endişeleniyor. Tüm bunlar bana karşı davranış biçimini haklı bir hale getirmiyor elbette ve bir süre onunla vakit geçirmek istemiyorum ama en azından içinde bulunduğu durumu anlıyorum. Ona karşı sabahki kadar öfkeli değilim artık. Hatta onun ve babası için üzüldüğümü bile söyleyebilirim. Anneannen hastanedeyken ben de çok gergin ve stresliydim. O zamanları iyi hatırlıyorum”

Bana dikkatli gözlerle bakıyordu. Gözlüğü çıkarıp kenara koydum.

“Gözlüğün nasıl çalıştığını anladın mı Derin’ciğim” diye sorduğumda gözlüğü takmak için pek hevesli görünmüyordu.

“Denemek ister misin?”

“Hayır!”

Çok kesin bir cevaptı üstüne gidemedim. Kendi haline bırakmalı, öfkesini biraz hazmetmesini sağlamalıydım yoksa ters tepebilirdi.

Birkaç gün sıkıntısı devam etti ama bir daha bu konuda hiç konuşmadık. Aradan kısa bir süre sonra geçtikten sonra bir gün baktım odasından öfkeli nidalar yükseliyor. Sessizce kulak kabarttım, bizimki kedimiz Ceviz’i bir daha bardağından su içmemesi konusunda sertçe uyarıyor. Sonra gelip Ceviz’i bana şikâyet etti. Ceviz, o ödev yaparken masadaki içeceğini içiyormuş. Hatta yetmeyip duştaki suyu da içiyormuş. Çok iğrenç buluyormuş bu hareketini. Her ikisi de çok sevimli görünüyordu ama şikâyetleri büyük bir ciddiyetle dinledim. Sonra aniden yerinden fırlayıp şefkat gözlüğünü gözüne taktı. Ve ağzından şu harika kelimeler döküldü:

“Ceviz normalde çok sevimli bir kedidir. Kedi olduğu için suyu nereden içtiğinin önemi yok. Pis ya da temiz ayırımı yapamıyor ama anladığım kadarıyla akan su ya da yeni koyulmuş su içmeyi seviyor. Ben son zamanlarda onun suyunu değiştirmeyi geciktiriyordum nasılsa var diye. Ama daha sık değiştirmem gerekiyor demek ki!”

Sonra gözlükleri çıkardı ve “nasıldım ama?” tavırlarıyla onay bekleyen kocaman gözlerini gözlerime dikti. Evet, sorunlarına çözüm bulamamıştık o zaman için ama en azından başka canlıları anlaması için bir adım atmış olduk. Hem de kocaman bir adım!

Öfke, kızgınlık, kin ve nefret gibi duygular kendimizi kurban gibi hissetmemizi sağlar. Ama bir yandan da intikam duygusunun ileride yaşatacağı haz nedeniyle hayata tutunma nedenimiz olabilir. Yaşamımızda tutunacak daha keyifli dallarımız yoksa boşluğa düşme kaygısıyla bu negatif duyguları bile bırakmak için hevesli olmayabiliriz. Ancak unutmamalıyız ki bu duyguların hiç birini gerçekte karşı tarafa tam olarak yansıtmayız hepsini içimizde tutup, kendi zihnimizin kölesi olur, kendi kendimizi ateşlerde yakarız. Cehennem ateşinde yanmak yerine cennetin gül bahçelerinde dolaşmak için bir şefkat gözlüğü edinmeniz dileğiyle…
5 Mart 2015 Perşembe 0 yorum

EFENDİM, SEVGİ ÖLÇÜLEMEZ Mİ DEDİNİZ? HADİ CANIM...

Evet bebekler yeni değiştirdiğiniz beze işemeyi pek severler.
Ve evet kediler yeni temizlediğiniz kuma pislemek için fırsat kollarlar.
Ve ne yazık ki evet, evde yıllardır süren bu bok döngüsü evdeki tek bir canlının eziyetine sunulmuştur. Evin annesi!
Bence sevgi bokla ölçülebilir. Şöyle ki; hiç bir aklı selim insan kendisini, ardında çok büyük bir sevgi olmadığı sürece, bu bok döngüsüne kurban etmez. O halde gerçekçi bir ilan-ı aşk "Seni dünyalar kadar seviyorum!" değil, "Seni bokunu temizleyecek kadar seviyorumdur!". Şimdi izninizle huzurlarınızdan ayrılıyorum, gidip kedimin kumunu temizleyeceğim ve çok fazla "bok" dediğim için ağzıma biber süreceğim.
28 Şubat 2015 Cumartesi 0 yorum

ÇİKOLATA TADINDA BİR SABAH


"Ah ne güzel sıcacık bir sabah!" dedim. "Sıcak deyince dün gördüğüm rüya aklıma geldi" dedi. Daha ben sormadan anlatmaya başlamıştı bile. " Sıcak çikolata diyarındayım. Marshmallow'dan bir kayığın içindeyim. Her yer sıcacık ve çikolata kokuyor. Dayanamayıp kayığımı yemeye başlıyorum. Öyle lezzetli ki. Bittiğinde kendimi çikolata denizinde buluyorum. Yeni bir marshmallowa yüzüp içine binmem lazım. Ama içi çukur olmadığı için bir ısırıkla kayık haline getirmem gerekiyor. Etrafa bakıyorum herkes bunu yapıyor. Çok eğlenceli." Derin bunları bir çırpıda anlatırken içim neşeyle doluyor. Sonra dün gece ki Fransız sanat filmlerine benzeyen renksiz rüyamı hatırlıyorum . Hadi gerçek hayatta neyse de, rüyada bile yaratıcılığı kaybediyoruz demek. Ve çocuklarımız hayallerini baskıyla renksizleştirsinler diye korkunç bir eğitim sistemi yaratmışız. 
Geçmiş bir zamanda bir sanatçının biyografisini okumuştum. "Yaratıcılığımın kalıcılığını anneme borçluyum" diyordu. Şu an çok hatırlamasam da kelimeleri aşağı yukarı şöyleydi: " Ufakken bir gün dolaptan sütü çıkarırken, süt kutusu elimden kayıp yere döküldü. Annem geldiğinde çok korkmuştum ve suçluluk hissediyordum. Yavaşça eğilip saçımı okşadı ve 'demek sütten bir göl yaptın' dedi. 'Bakalım gölün kıyısına bir ev çizebilir miyiz?' Sonra yanıma çömeldi ve birlikte dökülmüş sütten çeşitli şekiller yaptık parmaklarımızla. Eğlencemiz bittiğinde bir bez tutuşturdu elime ve 'hadi artık temizlik vakti' dedi. 
Bu sadece hatırladığım bir anımdır. Ama annemin varlığı yaratıcılığımın körelmemesine neden oldu. Sanatçı,  çocuksu yaratıcılığını kaybetmemiş kişidir." Bu hikaye beni çok etkilemiştir hep. Derin o zamanlar henüz portakalda vitamindi ama ben ilerde bir çocuğum olursa içindeki cevheri köreltmemek için elimden geleni yapacağıma kendimce söz vermiştim. Kendi çocuğumda dahil diğer tüm çocukların içindeki yaratıcı hazineyi görüyorum. Bu hazineye değer verilmediği bir ülkede yaşıyoruz biliyorum ama en azından bari evde bu güzelliğin farkına varalım ve onların içindeki kristalin keşfiyle neşelenip hayallerimizi hatırlayalım. 
Bence şunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız; onları kendimize benzetmeye çalışmak yapılacak en büyük hatadır! Çünkü zehirlenmiş zihnimizin doğru saydığı her şey bir ilizyondan ibarettir. Herkesin biricikliğini unutmuş olan bir zihin zehirlenmiş bir zihindir. Hepimizin aynı olmasını isteseydi hepimizi aynı yaratırdı değil mi? AynI yaratmadığı gibi hepimizin içine de farklı yetenekler gizledi. Bu yeteneklerin ortaya çıkması için ya fırsat yaratılır ya da yaratılmaz. Yaratılamıyorsa kayıp hazine yitip gidecektir. O nedenle çocuklarımızi sokmaya çalıştığımız her kalıp, yeteneklerini bir bir soldurmaktan öteye geçmez. Onları kendimize benzetmek yerine biz onlara benzemek için çaba harcamalıyız. Aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken şey onların bizden çok daha fazla kaynağa yakın oluğu ve hala yaratıcının sesini duyabildikleri.
 İçimdeki çocuktan içinizdeki çocuğa sevgiyle. Orda olduklarını biliyorum, sadece saklambaç oynuyorlar ;)
26 Şubat 2015 Perşembe 0 yorum



Lokmalarını küçük tutmuştu ki, zevki uzun sürsün. Lakin çikolatalı eti formu, sadece bir bardak çay içimi süresince ona zevk verebilmişti. Ufacık bir kırıntının dahi ziyan olmasına izin veremezdi zira tüm gün bu ara öğün saatini beklemişti. Kocaman dişlerini siyah çikolata kaplı, bisküvi taklidi yapan suntaya son kez değdirdiğinde, olan oldu. Çayının son yudumu için ayırdığı son lokma, bu güçlü ısırığa dayanamamış, kendini sarsıntının etkisiyle dudaklarının arasından mermer zemine bırakmıştı. Birkaç saniye şaşkınlık içinde masumca yerde yatan son lokmaya baktı. Artık o son lokma bile değildi. Son lokma çoktan o, şaşkınlık içinde kırılan parçaya odaklanmışken, son yudumdan bir önceki yudum çay ile midesine doğru çetrefilli bir yolculuğa çıkmıştı. Yerdeki parçaya bir kez daha baktı, belki de kimse görmeden ağzına atıverirdi. Çocukluğundaki gibi üflese ya da pantolonuna sürse temizlenmez miydi? Pantolonuna sürülmüş çikolatalı bisküvi fikri hoşuna gitmedi. Tiksintiyle ekşimiş yüzünü ekranına geri döndürdü. Belki de ofiste zevk süresini arttıracak başka şeyler bulmalıydı. Patronundan yaratıcılığını ortaya çıkarabileceği fikirler mi istemeliydi? Başkalarına yardım etmek çözüm olur muydu ki? Bulduğu hiçbir fikir onu tatmin etmiyordu. Uzun süreli zevk için daha farklı bir şeye ihtiyacı vardı. Sonunda uzun çubuk krakerle büyük bir kupa çayda karar kıldığında yüzünü bir huzur kaplamıştı. Hayatı o kadar da karmaşık hale getirmenin bir anlamı yoktu ki. Bazen ihtiyacın olan şey sadece basitçe kastettiğin şeydi. Uzun zevk = Uzun çubuklu kraker. Şşşşttt fesatlık yok fesatlık;)
11 Şubat 2015 Çarşamba 0 yorum

ZEYTİN



Sabah 4.00’de kendimi salondaki koltuğumun en sevdiğim köşesinde bulduğumda, boynum plaj terlikleri gibi iki yastık ve kolçak arasında kıvrılmıştı. Ayağımda pandiflerim vardı fakat üzerimde mor battaniyem yoktu. Soğuktan büzüşmüştüm ama aldırmadım ve kendimi bir yarım saat daha aynı pozisyonda uyuttum. Ağrılarım artıp, soğuktan donmuş burnumu avucuma doldurduğum nefesle bile ısıtamaz hale geldiğimde, bir çırpıda kalkıp tüm ışıkları ve CD çaları, Derin’in gece lambasını kapattım. Her şeyi bu hızla yaparken aklımda tek bir şey vardı: Bu kadar uykum varken ağır yatak örtümü ve üzerindeki yastıkları nasıl kaldıracağım. Hayatta en çok üşendiğim şeylerde ikinci sırayı yatak örtüsü açmak rahatlıkla alabilirdi. Birinci sırada bulaşık makinesi boşaltmak, evde keyif yaparken bir Pazar öğleden sonrası Flamenko’ya gitmek ve ön ergen çocuğumu yıkanmaya ikna etmek vardı ki; tüm bunlar birinci sırayı aynı anda işgal ediyordu. Birinciliği hiç birine tek olarak veremezdim, bu haksızlık olurdu.
Bir çırpıda tüm ışıkları söndürmeye çalıştığım için Ceviz’in mama kabını fark etmedim, ta ki ayağıma çarptıktan sonra ufak parçacıklar mutfağımın her bir gizli kalmış bölgesine dağılıncaya kadar. O an bir şey oldu, gözlerim ve algım açıldı ve tüm dikkatimi kocaman pencerelerimden pırıldayan kar taneciklerine çevirdim. Allah’ım ne güzeldi kar yağıyordu. Yarına da tutacaktı belli ki. Ne yarını bu güne! Her neyse tutacaktı. Neredeyse sevinç çığlıkları atacaktım. Evet, biliyorum doğma büyüme Ankaralıyım. Evet, biliyorum her yıl kar gani gani yağıyor. Ama ben yine de o küçük kristaller gökyüzünden düşmeye başlayınca çocuk gibi seviniyorum. Mama taneciklerinin üzerinden zıplaya zıplaya sevinçle odama gittim. Ağır yatak örtümü kaldırdım ama o an, o iş bile bana ağır gelmiyordu. Ne eğlenceliydi kar. Bir kaç saat sonra uyandığımda da aynı ruh hali içerisindeydim. Neşeli, eğlenceli, sevgi dolu. Çok sevgi doluydum, hatta öyle çok sevgi doluydum ki, göğsüm sanki yanıyor gibiydi. Belki de gastrit problemimdendi bu yanma hali ama önemi yoktu sevgi doluydum işte.
Sonra 10 yıl beraber çalıştığım bir arkadaşım kendi yoluna gitme kararını hayata geçirdi. Ayrılık acısı yaşadım. Bayağı böyle bildiğin ayrılık acısı. Şehir değiştirdiği filan yoktu, buralarda olacaktı ama olsundu. Gidiyordu neticede! Gözyaşlarım göz pınarlarımın önünde japon çizgi filmlerindeki gibi ışıldayıp, titremeye başladığında devamının geleceğini tahmin etmemiştim. Fakat geldi. Böyle böğürerek ağlamak istiyordum ama ayıptı. Hem ofiste yalnız kalacağın ufacık bir nokta bile yoktu. Açık ofisin en büyük dezavantajlarından biri, insani her duygunu diğerleriyle birlikte yaşama zorunluluğudur. Kendi kendine gönül rahatlığıyla böğüremezsin. Ben de böğürmedim, böyle sessiz sessiz ağladım. Sonra mutfağa gidip zeytin yedim.

Sevgimi hiçbir şeye verememiştim. Ben de zeytine verdim.
10 Şubat 2015 Salı 0 yorum


Dönmek istiyorum bir kaç zamandır.
Ama böyle arkama dönmek değil
Birine dönmek de değil
Geriye dönmek hiç değil
Kendi etrafımda dönmek
Gezegenler gibi
Evrendeki her şey gibi
Çocukluğumdaki gibi
Annemin jüponunu giydiğimde yaptığım gibi
Jüponun, dönüş hızıma göre savruluşunu izleyerek
Renkler karışana, her şey tek bir çizgi olana,
Başım fırıl fırıl dönene, düşene kadar dönmek.

Belki de çok hızlı dönersem bir hiç olabilirim ya da her şey...
 
;