18 Kasım 2012 Pazar 4 yorum

CANAVARLAR - BİR TÜRKİŞ KORKU FİLMİ


Yıl: 1994
Şehir: Ankara
Mekan: Dolmuş
Dolmuşun üzerinde bulunduğu yol: Kızılcahamam – Kösyayla Yolu
Mevsim: Bahar
Oyuncular: Baharda Kösyayla’da kamp yapmanın harika olacağı zırvasına inanan 19- 21 yaşları arasında ikisi kadın 6 salak (pardon biri pek salak sayılmaz, izci o)

Veeeee motor!!!

“Gençler nereye böyle toplaşmışınız?”
“Kösyaylaya gidiyoruz abi”
“Ne işiniz var Kösyayla’da, piknik mi yapacağnız?”
“Yok abi, kamp kuracağız”

Sessizlik.

Dolmuştaki tüm diğer yolcular inmiş bir tek biz kalmışız. Dolmuşçu abi muhabbet koymak istemişti anlaşılan ama kamp kuracağımız fikri onu bir şekilde rahatsız etmişti. Uzun süren bir sessizlikten sonra aynasını bizi görecek şekilde düzeltti. Biz de aynadan yüzünü ziyadesiyle görüyorduk buarada. Kaşının birini havaya kaldırarak:

“Deli misiniz oğlum siz? Ne kampıymış? Canavarlar var orada, gece yemek bulmaya köylere inerler. Parçalarlar sizi valla”

O an ki yüz ifademizi hakikaten fotoğraflayıp yatak odama asmak isterdim. Gerçekten, böylece her sabah gülümseyerek uyanırdım emin olun . O kadar komik ve sevimli görünüyorduk ki anlatamam size. O aklı başında, ne yaptığını biliyormuş gibi görünen, büyümüş de küçülmüş üniversite öğrencileri gitmiş yerine birbirine sorgulayan gözlerle bakan 6 şaşkın tavuk gelmişti. Aramızdan nispeten akıllı görünenlerden biri cesurca o elzem soruyu yutkunarak sordu:

“Abi canavar dediğin ne ki?”

“Kurt kurt. İnsanların olduğu yerlere inerler geceleri. Çok hikaye yaşandı zamanında. Yemek bulamayınca bir sürü insanı parçaladılar”

“Haydaaaaaaaa, daha bismillah yola çıktık. Ne canavarı ya ne canavarı? Kurt ne kurt? Biz hoyloyloy diye eğlenecek, yiyip içip dağıtacaktık.”

Dolmuştaki korku ve endişe bulutu böyle üzerimizde asılı kaldı. Şakacı dostlarımızdan biri:

“Hahahahaha abi sen merak etme, geleceği varsa göreceği de var. Biz önce saldırırız, önce saldıran taraf kazanır. Ateşten korkmuyor muydu bu meretler? Biz de tüm gece ateşi yanık tutarız”

Birden korku ve endişe bulutu dağıldı, herkes gülümsemeye başladı.

“Yok ateşten korkarlar da , çok aç olurlarsa ateşi mateşi takmazlar. Açlık her korkuyu bitirir oğlum”

Gulk (Bizim yutkunma sesimiz)

Korku ve endişe bulutu tekrar dolmuşun tavanına asıldı. Kendiyle barışık cevval arkadaşımız söze devam etti:

“Endişelenme sen abi, biz gerekirse odunla saldırırız hahahhahaha”

Bu kez sadece bir iki kişi gülücüklere eşlik etti. Ben bırakın gülmeyi, gülümsemeye bile niyet etmedim. Usulca o zamanki sevgilim, ilerideki kocam, Vedat’a usulca sokuldum. Elimde odun canavara saldırıken hayal ettim de kendimi daha da bir fena oldum. Bırakın odunla saldırmayı, odunu tutup kurta doğru savuramam bile ben ya . Kafama doğru filan savururum kuvvetle muhtemel, kurttan önce kendime vururum o derece yani. Nasıl sakarım nasıl sakarım anlatamam. Koşşam desen imkansız hayatta koşamam. Jogging yapabilirim ben en fazla, şöyle yavaş yavaş ve tempolu. Ama o olmaz tabii. Tırmanma desen, yani demesen daha iyi. Tamam şimdi hayal ediyorum. Tutuyorum ağacı çekiyorum kendimi yukarı doğru. Oğlum ben küçükken meyve ağacına tırmanan değil aşağıda durup “bana da atın” diyen çocuktum. Hani şu tırmanamayıp aşağıda durup ağlamaklı gözlerle kedi gibi çevik arkadaşlarından meyve isteyen ama hep yere düşüp dağılan ya da çürük çarık meyveleri yiyen zavallı çocuk. Yok tırmanma işi de yattı. Eee hem koşamıyosun hem tırmanamıyosun, sıçtın sen Banu direk sıçtın. Yiyecekler işte seni canavarlar o olacak. Yani kaderinde 19 yaşında kurtlar tarafından parçalanarak ölmek varmış. Allahım herşeyim mi ters olur, bir şeyim de normal olmaz mı ya? Ölümüm bile ters anasını satayım. Kurtlar tarafından parçalanarak can vermek. Yani sormazlar mı adama bu kız Ankara’da oturmuyor muydu? Kurtlar tarafından parçalanarak nasıl ölebilir diye? Ahhhh annem ya. Niye dinlemezsin ki sen anneni? Dediydi kadıncağız, yavrum ne işiniz var ormanda gelin bizim evde çadır kurun dediydi de güldüydük. Niye abi niye olurdu işte bal gibi evde çadır. Yani evde en tehlikeli canavar kardeşim olurdu onu da etkisiz hale getirmenin bir sürü yolu var. Tırmanmadan, koşmadan çözebilirdim herşeyi. Ah salak kafam ahhh.

“Vedat geri dönelim?”

“Nasıl ya nerden çıktı geldik işte yarım saatten az kaldı”

“Korkuyorum ben, bayağı bildiğin korkuyorum. Tamam geleyim de gece burnunuzdan getiririm. Kurt murt bozdu beni”

“Ya Banu saçmalama. Herif dalga geçiyor bizle baksana. Yani salak bir dolmuş şöförüne mi pabuç bırakacağız.”

“Tamam dalga geçiyorsa herif ne ala. Ama ya geçmiyorsa? Ya hakkaten aç kurtlar saldırırsa n’aparız bir düşünsene? Ya bundan saçma bir durum olabilir mi?”

“Kızım valla saçmalıyorsun. Kurtlar öyle şehre mehre inmezler. Ne işleri var insanların yanında ya? Öyle değil mi Soydan söylesene abi”

Soydan bilirkişi.Tek izcimiz. Bu kampı da organize eden şahıs bizzat kendisi. Vedatın kendinden emin sorularına biraz dağılmış bir yüz ifadesiyle cevap verdi. Dur bakayım yüzünde endişe ifadesi mi var? Yok canım olamaz. O değil miydi bize korkunç izcilik hikayeleri anlatan. Güya en son aşamaya gelen izciler kamp alanından oldukça uzak bir bölgede,  elinde sadece bir bıçakla gece yarısı bırakılırlarmış da. Yok efendim onların kamp alanına dönmesi beklenirmiş de. Bu ormanda tek başına kalan şahıs karanlıkta yolunu bulup kamp alanına dönermiş de. İşte orda izciliği tescil edilirmiş de. Daha bir sürü bizi o zaman etkileyen hikaye. Eee ne oldu şimdi o hikayelere? Yüzündeki endişe ifadesi ne?

“Abicim bilmiyorum valla. Ben yıllardır burada kamp yaparım. Gece kurtların sesini duyardık ama şimdiye kadar hiç yanımıza gelmeye cesaret ettiklerini görmedim. Son zamanlar yaşandıysa bu hikayeler bilemeyeceğim. Ama tam da size garantisini de veremedim. Dönelim isterseniz Banu korktuysa”.

Bu cevabın Türkçe meali şöyleydi:

“Şimdiye kadar böyle canavar manavar olayı filan yaşamadık. Ama bu hiç olmayacak anlamına da gelmez. Dönmeyi gururunuza
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”

Cümlelerin Türkçe meali sevgilim dahil, erkek cinsinden tüm arkadaşların beynine zerk edildikten hemen sonra gurur ve ego açıkça devreye girdi.

“Yok abi ne korkması ya. Eğlenmeye gidiyoruz saçmalamayın hiçbirşey olmayacak.”

Kadın cinsinden benim haricimdeki yakın kız arkadaşım Fadik de macera peşinde beyleri destekleyince, ben de endişelerime gem vurmayı başarıp kamp olayına adapte oldum. O yılları bilirsiniz. Boşuna deli kanlı dememişlerdir. Kanınız deli akar. Korku nedir bilmezsiniz. Aslında korkuyu bilirsinizdir de macera yaşama isteği öylesine dayanılmazdır ki, tehlikeli olana, yapılması uygun görülmeyen durumlara kendini aniden bırakmak kaçınılmazdır. Korkunuz sizi engelleyici unsur değil teşvik edici unsurdur. Bir de balık hafızalısınızdır. Yani ben öyleydim şahsen. İki dakika önce basbayağı dönmeyi düşünen, kafasından binbir tilki geçen ben, iki dakika sonra kendimi kafamdaki tilkilerden kurtarıp gerçek hayattaki kurtların kucağına atıyordum. Ve bundan da en ufak bir şüphe duymuyordum. Hepimizin tekrar neşesi yerine gelmişti. Kurt hikayeleri üzerine espiriler patlıyor, kıkırdaşıyorduk. Arada ciddi dolmuş şöförüne bakıyordum.Ama onun bile yüzünden ciddi ifade silinivermişti.

En sonunda yolun başlangıcına vardık. Yolun başlangıcı diyorum çünkü ben hakikaten yürümemiz gereken yolun bu kadar uzun olduğunu tahmin edememiştim. Sırtlarımızdaki sırt çantalarında en çok yeri içki şişeleri kaplıyordu. Varınca bir iki kadeh bişey içmek hakkaten çok rahatlatacaktı zira bu uzun, yorucu ve meşakkatli yolu başka türlü unutamazdık. O dönemde hiç spor yapmayan benim kah nefesim kesiliyor, kah ciğerlerim patlayacak gibi ağrıyordu. Erkekler çevikti, Fadik de fena sayılmazdı ama ben, bayağı zayıf halkaydım. Beni bırakıp gitsinlerdi, yolun yarısında ölecektim zaten. Dönüşte gömerlerdi. Bana saatler gelen, gerçek süresini şimdi hatırlamadığım bir sürenin sonunda bir meydana vardık. Soydan önden “geldik” diye bağırdı. “Oh be oh, şükürler olsun yarabbim vardık. Valla ruhumu teslim edecektim az daha yürüseydik”

 “E bu ne  ki şimdi?”

Konuşan iç sesim. Ya da iç seslerimiz bütünü. Duyamasam da yüzlerdeki hayal kırıklığını görebiliyorum. Geceyi geçireceğimiz yer basbayağı açık alan. Bilmiyorum gözünüzde canlandırabilir misiniz ama kocaman bir duvara monte edilmiş kocaman bir şömine düşünün. Uzun tek bir duvar, şöminenin bulunduğu duvar. Üzerinde bir çatı var ama çatı da yarı kapalı. Çatıyı yüksek kaideler tutuyor. Anlayacağınız kapalı olan tek şey şöminenin duvarı, geri kalan üç tarafımız da boşlukla çevrili. İki tane tahta piknik masası var. Hayal kırıklığımız biraz azalınca hemen piknik masalarını şöminenin önüne taşıyoruz ve yanımızda getirdiğimiz örtülerle renlendiriyoruz. Üzerini çantamızdan çıkan yiyeceklerle öyle bir donatıyoruz ki sanırsınız yılbaşı masası. Ya da bize öyle geliyor bilmiyorum. Masaları kurunca neşemiz tekrar yerine geliyor. Hemen birer bira açıyoruz. Erkekler viski içiyor gerçi. O zaman pek moda viski içmek. Ben asla içemiyorum ama sarhoşluğunun daha farklı olduğunun da farkındayım. Hem içimi ısıtırdı. Keşke bira içmesem aslında. Bu açık alanda tuvalet de yok ki. Gerçi heryer tuvalet bu da bir bakış açısı tabii. Bunları anlatıyorum olaya ne kadar yabancı olduğumuzu anlayabilin diye. Yani doğayla tek yakınlığım apartmanın bahçesindeki ceviz ağacının önünden her sabah geçişimden ibaret!
“Akşam olmadan ateşi yakalım abi. Önce odun toplamak lazım.”
“Kozalak da olur değil mi?” Bunu söyleyen benim. Ne şirinim değil mi? Yardımsever işgüzar insan. Bir yandan da takdir bekliyor.

“Olur tabii hadi dağılalım”

Mümkün mertebe bulunmaya çalışılan kozalak ve kuru dal parçalarıyla ateşi yakmaya çalışıyoruz. Buarada ikinci biralar açılmış. Ateş, sucuk, bira, muhabbet. Genç insan daha ne ister ki? Ama biz istiyoruz. Gece bastırınca macera yaşama isteğimiz artmaya başlıyor. Soydan diyor ki “Hadi abi ormanda yürüyelim biraz”.

“Karanlıkta mı?” diyorum. “Yok ışıkları açarız senin için diyor” şakacı dostlarımızdan biri. Elimize fenerlerimizi alıp yola koyuluyoruz. Hiç yaptınız mı bilmiyorum ama gece ormanda yürümek sado-mazo bir zevk verir. Heryer karanlıktır. Elindeki fener sadece önündeki çok küçük bir alanı aydınlatır. Neyle karşılacağını bilemezsin, hem korku hem merak hissedersiniz. Heran karşına bir hayvan çıkabilir. Bu hayvanlar tabii evde beslediğimiz kaniş köpeğimiz gibi masumane olmayacaktır ama bu heyecan oldukça zevk vericidir. Soydan yol boyu bize vahşi hayvanlar hakkında national geographic belgeselcilerini bile gölgede bırakacak ayrıntılı bilgiler veriyordu. Söyledikleri herşeyi can kulağıyla dinliyordum.

“Valla gençler, ayı çıkarsa karşınıza boku yediniz. Hayvan hem sizin on katınız hızlı koşar, hem süper bir tırmanıcıdır. Hem harika bir yüzücüdür. Karşılaşırsanız yapacak birşey yok yere yatın ve sakince sizin yanınıza gelmesini bekleyin. Yapabiliyorsanız ölü taklidi yapmak da iyi bir fikirdir. Yaban domuzları mesela ormandaki en tehlikeli hayvanlardan biridir. Çok çok hızlı koşar ama ondan kurtulmanın bir yolu var Allahtan. Boynu olmadığından bakış seviyesinin üzerine kafasını kaldırıp bakamaz. Bakış seviyesinden yüksekçe bir taş bulup üzerine çıkar sessizce beklerseniz, sizi göremez ve gider. Ama mazallah yakalarsa işiniz bitik. Çok acılı bir ölüm olur bana inanın. Kurtlarsa....”

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Aa o neydi sesi duydunuz mu?”

“Harbi kurt muydu onlar abi?”

“Yok be kurt murt değildir, köpek filandır”

Herkafadan çıkan bu anlamsız cümleleri, Soydanın bilge kelimeleri bir anda dağıtır.

“Evet kurtlar, söylemiştim size. Sesleri duyulur ama insanların olduğu yerlere gelmezler”

“Eee onlardan nasıl kurtulurmuşuz?”

“Ateşi sevmezler, yanan ateşe yaklaşmazlar işte. Eğer hakikaten yakınınıza gelmişlerse, yanan bir odun alıp üzerlerine doğru savurun. Kaçarlar. Göz teması kurmamaya çalışın”.

“Yok ben göz teması kuracağım, hatta kucağıma alıp severim de yazık ona. Göz teması ne ya? Göz mü kalır karşılaşırsak. Ben direk bayılırım. Abicim aramızda bayılmayacak adam var mı?”.

“Öyle deme insanda müthiş bir hayatta kalma içgüdüsü vardır. Her türlü kötü durumdan kurtulabilmek için savaşır. Bakma çok zor durumda kalsan kurtulmak için aklına öyle numaralar gelir ki sen bile şaşar kalırsın.”

“Valla ben bu yorgunluğun üzerine kurttan murttan kaçamam gelip yerler beni kesin.”

“Yok öyle deme. Kik noktası diye bişey duydunuz mu?”

“Yoo neymiş o?”

“Uzak doğu ülkelerinden birinin öğretisi işte şimdi hangi ülke olduğunu hatırlamıyorum. ‘İnsan’ der inanılmaz bir varlıktır. Diyelim ki 15 km maraton koştunuz, finiş çizgisine de güç bela ulaşmak üzeresiniz. Neredeyse ağlayacaksınız. Ayaklarınız artık sizi taşımıyor, bir adım, sadece bir adım atacak bile gücünüz yok. Bayılmak üzere finiş çizgisini geçip tam devrilecekken arkanızdan azgın bir köpeğin size doğru son sürat koştuğunu görüyorsunuz. Görür görmez de öyle bir hızla koşmaya başlıyorsunuz ki, sanki elli metrede altın madalya için yarışıyorsunuz. İşte hayatta kalmak için vücudunuzun tüm gücünü tekrar toplayıp, ateşlenmiş bir füze gibi aniden harekete geçtiği noktaya kik noktası deniyor. Bu öğreti de kik noktasını normal zamanda da ortaya çıkarabilmek üzerine”

“Vayyy çok acayipmiş ama kesinlikle doğru. Biz Türkler ona göt korkusundan harekete geçmek diyoruz ama kik noktası da olmuş tabii
”.
“Dalga geçme abi valla başına bişey gelirse insan kendini korumak için gereken tüm gücü de kendinde bulur, kurtulmak için garip yollar da”.

“Yok canım ne dalga geçeceğim haklısın tabii”.

“Geldik, işte burası da perili ev.”

“Haydaaa bir de perili ev çıktı başımıza”

“Niye perili ev diyorlarmış ki buraya?”

“Ne bileyim böyle tuhaf hikayeler anlatılırdı zamanında biz ufakken büyük izci abilerimiz tarafından. İşte sahibi burda intihar etmişmiş de. Sonra gelen yeni sahipleri onun acı çığlıklarını duyuyorlamış da. Ev sürekli el değiştiriyormuş kimse bu evi satın almak istemiyormuş. Evi alan şahıs iki sene içerisinde mutlaka ölüyormuş da...”

Garip bir evdi hakkaten. Ormanın ortasına kurulmuştu ama çok uzun zamandır kullanılmadığı belliydi. Yüksek duvarlarla çevriliydi. Bahçesini otlar ve ağaçlar bürümüştü. İçeri girmeye hiçbirimizin götü yemedi tabii, yeniden şöminemize dönmeye karar verdik.  

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Abi bu kurtların sesi daha bir yakından mı geliyor sanki?”

“Yok canım sana öyle geliyor, alakası yok.”

Güle oynaya içilen bir sonraki içkiler, kahkahalar, yanan ateş, tavan yapan keyif...

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Yok abi bu kurtlar yaklaşıyor sanki, valla ben bir gidip bakayım”.
Aramızda hem şişko hem de  gözlüklü kimse yoktu. Ama gözlüklü biri vardı. Soydan! Zaten tek izci de oydu. Yaklaşan kurt sesleri sinirlerimizi bozmaya başlamıştı ve önce onun gitmesi gerekirdi. Yani bu bir korku filmiyse şişko yoksa yerini gözlüklü alırdı.
Soydan eline izci bıçağını aldı, ki bu bildiğin Rambonun bıçağıydı ve karanlıkta kayboldu. Biz iyice gerilmiştik. Yanına kimsenin gelmesini istemedi. “Ben hallederim merak etmeyin şöyle etrafı bir kolaçan edip döneceğim” derken kendinden oldukça emin görünüyordu ama yine de ormanda öyle yalnız karanlıkta kaybolması hoşumuza gitmemişti. Keyfimiz iyice kaçmıştı. Buarada kurt sesleri iyice yakınlaşmaya başlamıştı. Birden fazla kurt sesi olduğunu ve bize doğru yaklaştıklarını duyuyorduk ama oturup seslerini dinlemekten ve Soydanın sağ salim dönmesini beklemekten başka birşey gelmiyordu elimizden. İyice gerilmiştik. Kurt sesleri yaklaştıkça yaklaşıyordu. Sanki elli yüz metre yakınımızdaydılar. Aniden Soydan’ın sesi gecenin içinde yankılandı.

“Meeeeeeeeeeeeeeeerttttt gellllll, yardım ettttttttttttttttttttttt”

Kurt sesleri sanki Soydanın yanından geliyordu ve çok çok yakınımızdaydılar. Allahım o anı size anlatmamın mümkünatı yok. Kurtlar yakınımızdaydı ve arkadaşımızı parşalamak üzereydi.

“Merttttttttttttttttt imdatttttttttttttttt”

Tabii Mert ve Vedat hemen ellerine birer odun alıp gecenin karanlığına daldılar. Bir de baltamız vardı odun kesmek için. Giderken baktığımda balta da Vedat’ın elindeydi. Biz geride kalanlar, İsmet, Fadik ve ben, sadece sesleri dinliyorduk. Mert ve Vedat “Soydan geliyoruz, bağır yerini bulalım” diye bağırıyorlardı. Onlar “Soydan” diye bağırırken Soydan da “Mert” diye bağırıyordu. Ama sanki artık çok geçti. Parçalama sesi tüm ormanı kaplamıştı. Bayağı bildiğiniz parçalama sesi. Soydanın çığlıkları ve kurtların parçalama sesi. Allahım o çığlıklar ormanda nasıl yankılanıyordu size kelimelerle anlatmam mümkün değil. Soydan ormanda kurtlar tarafından parçalana, Vedatla Mert de onu araya dursun kamerayı bir anlığına biz geride kalanlara çevirelim. Böyle komik bir görüntü dünyada şimdiye dek mevcut olmamıştır. İsmet elinde yanan bir odunla çatıya tırmanmış. Nasıl tırmandığını tam anlayamasak da piknik masasına basarak çıkmış olabileceği aklıma geliyor. İsmetin sanki sesi kesilmiş, maymun gibi çatıya tünemiş öylece bize bakıyor. Ben elime yanan bir odun almışım ama odun sönmüş, piknik masasındayım “beni de yukarı çek İsmettttt” diye bağırıyorum ama kekeleyen İsy

“Be- be- ben ne yapayım kızım, ke-ke-kendin tırman!”. 

Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Böyle bir pozisyonda aklınızdan geçenlere inanamazsınız. Tüm düşünceler adrenalinle birlikte beyninize bir tür sıvı gibi yayılır. Tam bir düşünceye odaklanamazsınız ama yüzlerce düşünceyi aynı anda düşünebilirsiniz. İşte bunlardan bazıları:

“İsmete bak be harbi korkakmış ha bu herif. Erkek adam böyle mi yapar be. Ah ben erkek olacaktım.”

“Soydan öldü. Annesine ne söyleceğiz? Yarın evine mi gidip söyleyeceğiz ki acaba?”

“Yarın evine gidip söylemek mi? Burdan kurtulabilecek miyiz ki?. Kurtlar bizi parçalayacak!”

“İnsan ölürken acı çeker mi ki?. Çeker tabii kızım ıssırıla ıssırıla parçalana parçalana öleceksin!”
“Vedatı mı önce parçalayacaklar. Geri dönebilecekler mi ?”

“Kurtulabilirsem nasıl dönerim ki burdan?

“Buraya kadar gelirlerse önce kimi yerler acaba? Büyük ihtimalle beni. En hantal benim anasını satayım.”

“Bu a..na koduğumun odunu niye söndü ki şimdi. Herkesin ki yanıyor bi benimki niye sönük. Hay Allahım böyle şansın ben ta içine”

“Annemler çok üzülecek ha, yani kurt yemesi olmasaydı trafik kazası filan olsaydı bari daha rahatlatıcı olurdu. Kurt tarafından yenmek direk bok yoluna gitmek oluyor. Hay ben böyle kaderin ya”

Bu ve bunun gibi yüzlerce düşünce ve tırmanma savaşı. Gerçi savaşı kaybetmiş öylece kurtlar tarafından yenilmeyi bekliyordum Vedat  koşarak geri döndü. Öyle dağılmış bir hali vardı ki size anlatamam. Soydan öldü, kurtlar yaklaşıyor, kendimizi korumamız lazım diye çığlıklar atıyordu. Mert ortalarda görünmüyordu. Bu olaylar aslında bir kaç dakika sürdü ama bize saatler gibi geldi. Orada kalp krizi geçirmediysem bir daha da geçirmem sanırım. Vedatın dönmesinden bir iki dakika sonra Soydan, Mert ve yanında daha önce hiç görmediğimiz bir herif şömineli alana gülmekten yuvarlanarak giriş yaptı. Sahne öylece dondu. Ben ve Fadik piknik masasında ağlamaktan ve bağırmaktan gözlerimiz pörtlemiş, Vedatın elinde balta ve sönmüş koca bir odun parçası öylece mal mal bakıyor. “Mal mal” biraz amiyane bir tabir oldu ama o bakışları başka bir betimlemeyle anlatmam mümkün değil maalesef. İsmet deseniz  elinde odunuyla tavana tünemiş maymun gibi öylece duruyor. Yani Vedat gülen o üç şahısa baltayla saldırmadıysa bilin ki aşırı kontrollü kişilik yapısından. Yoksa hakikaten kaldırılacak bir şaka değildi. Ölümle şaka mı olur yahu? Ben gerçekten çok çok kızdığım için yarım saatten önce kendime gelemedim. Masadan indiğimde dizlerim tutmuyordu. Öyle böyle bir korku değildi yaşadığımız. Gerçeği olsa da tıpatıp böyle olacaktı. Ne bir eksik ne bir fazla. Ve olayı yaşarken de bir saniye bile şaka olabileceği aklımın ucundan geçmedi. Biz şaşkınlığımızı üzerimizden atıp, daha insani bir ruh haline gelince şöminenin başına dizildik. Üzerimizde battaniyeler tirtir titriyorduk. Aşırı korku üşüme hissine neden oluyor. Gerçi orman da inanılmaz soğuktu. Ateş sadece birkaç adım ötesini ısıtıyordu. Biz sakinleşince hikayeyi anlattılar. Meğer kampa ilk gelenlere mutlaka benzer bir şaka yapılırmış, kampçılar ilk seferlerinde mutlaka korkutulurlarmış. Soydanla arkadaşları biz daha yola çıkmadan bu planı hazırlamışlar. Mert işin içinde değilmiş ama Soydan’ı aramaya çıktıklarında Soydan onu kenara çekmiş. Korkudan Mert neredeyse bayılacakmış. Ona da anlatmışlar ama Mert korkumuzu gördüğü için daha fazla devam etmek istememiş. Dediğim gibi bu tarz çok korkutma senaryosu hazırlamışlar ama en fena korkan biz olmuşmuşuz. İçeri girdiklerindeki o manzarayı hayatları boyunca unutamayacaklarmış. Allahım ne komikmişiz, kazımışlar o görüntüyü belleklerine. Kahkahalar...

Biz de gülüyorduk aslında. Ne yapalım olan olmuştu “s..lmiş götün davası olmazdı. Madem olan oldu eğlenelim bari” modundaydık. Bunlar günler öncesinden hazırlık yapmışlar. Soydan arkadaşlarına gelişimizi haber vermiş. Bunlar da ormana gizlenmiş bizi bekliyorlarmış.

“Peki dolmuş şöförü?” dedim. “Onu nasıl ayarladınız?”

Ayarlamamışlar ki. O allahın işiymiş. Adam istemeden senaryoya dahil olmuş, bilmeden bizi bu korku filmine hazırlamış. Soydan adam konuşurken gerçekten de çok şaşırmışmış. Benim yüzünde gördüğüm ve endişe sandığım o garip yüz ifadesi meğer yoğun şaşkınlıkmış. Biz yeni içkiler açmış sakinleşmeye çalışıyor bir yandan da aynı olayı sürekli sürekli başka açılardan anlatıp gülüşüyorduk. Sonra Soydan’la Osman, o yeni bebe, bu kez korku hikayeleri anlatmaya başladılar. Şöyle ruhlu, cinli minli olanlardan. Hay Alladım ya bir bu eksikti. Bir cinimiz eksikti zaten şu garip dağ başında. Bıraksınlardı top oynasınlardı bu cinler. Bizden uzak dursunlar yeterdi. Yavaş yavaş gerilmeye, etrafımdaki seslere kulak kesilmeye başladım. Çişim gelmişti ama kıçım o karanlıkta ormana yürümeyi yemiyordu açıkçası. Buarada böyle yakınımdan çıtır çıtır sesler geliyordu. Ne olduğunu sorunca, hayvandır merak etme. Buarada bir sürü ufak tefek hayvan var etrafta. Dağ faresi filandır.

“Hah iyi dedin be güzelim. Benim şu hayatta en çok korktuğum hayvan faredir. Biraz önce kurtlarla savaşacaktık ya güya. İnan bir yanımda kurt bir yanımda fare olsun direk kurtun olduğu tarafa koşarım!”

Fare lafları iyice gerdi mi beni. Buarada cinli ruhlu bir hikaye anlatılyor ki, nasıl korkunç nasıl korkunç anlatamam. Hikayeyi dinlerken çıtırtılar gittikçe artıyor bir yandan da. Hikayenin en can alıcı yerinde :

“Böhhhhhh” diye böğüren bir öküz önümüze doğru atlıyor. Orada attığım çığlığın desibeliyle sanırım cam olsa direk yere indirebilirim. Nasıl bağırıyorum. Herkes ayağa fırladı, Fadik de bağırıyor. O kadar iriteydik ki hem ilk yaşanan olaydan hem sonraki hikayelerden, ben tuttuğum çişimin bir kısmını bırakıverdim. Evet korkudan altına işemek diye birşey varmış. Ve ben birebir yaşayarak tescil ettim. Bu olay da bir iki dakika sürdü ama ben sonrasında hakikaten toparlayamadım. Ve hiç sakinleşemedim. Bir insanın üzerine bu kadar gelinmezdi ama çok çok abartmışlardı. Başlayacaktım izciliklerine de insanlıklarına da.

O bebe de yanımıza oturdu. Kendi hikayesini anlattı. Osmanla bu birlikte gelmişler. Kurt hikayesi tamamlanınca Osmanla ayrılmışlar, bu ikinci korkutma için yanımızdaki yerini almış. Salaklığımıza yandım aslında sonra. Çünkü uluyan kurtlar iki taneydi. Soydanı da güya iki kurt parçalamıştı. Bu kurtlardan diğeri nerede diye sormayarak böylece ikinci tongaya düşmüştük. Az yarım akıllı mı neydik? Ya da bu olay olan az biraz aklımızı da yemişti.
Neyse olan olmuştu. Gecenin sonlarına doğru biz yine yeyip içmeye devam ederken bir ışık hüzmesi tüm ormanı aydınlattı. Kocaman bir UFO tam şöminenin önüne iniverdi. İçinden kocaman mor renkli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, başları kurt vücutları insan bir grup canavar iniverdi dermişim. Hahahahaha yani bu olsa normal kabuledebilir hale gelmiştik anasını satayım o kadar laçka bir haldeydik yani. Ama çok güzeldi, vallahi de billahi de çok güzeldi. Tüm korkulara, adrenaline, zorluklarına, göt korkusuna rağmen yine de çok çok güzeldi. Ama tavsiyem şudur. İleride çocuklarınız:

“Biz kamp yapmaya ormana gidiyoruz, anne baba hoyloyloy” filan gibi cümleler sarfederlerse hemen arabaya attığınız gibi hayvanat bahçesine götürün. Hayvansa hayvan. Ha illa inat ediyorlarsa çarşafları çıkarın sizin salonda kamp kursunlar. Benden söylemesi!
 
;