29 Aralık 2014 Pazartesi 0 yorum

KIRMIZI BAĞCIKLI KIZ


“Bir varmış bir yokmuş, teknoloji çağında, iki kıtayı birbirine bağlayan kocaman bir köyde saçları başaktan sarı, gözleri denizler kadar mavi, dudakları kirazdan kırmızı ufak tefek bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Selin’miş ama herkes ona Kırmızı Bağcıklı Kız dermiş” diye başlıyordu hikâyesi.

Gerçekten de çok saçmaydı, çok az insan onu adıyla tanıyordu. Çok ufakken annesi ona kırmızı bağcıklı bir ayakkabı almıştı. O ayakkabıyı o kadar sevmişti ki, eskiyip püsküyene, ucu başka dili başka yere kayana kadar ayağından hiç çıkarmamıştı. Mahalledeki çocuklar onunla dalga geçiyordu ama ne kadar dalga geçilse de inadını sürdürmekte kararlıydı. Artık ayakları büyüyüp ayakkabı ayağına sığmaz olduğunda annesi yeni bir bağcıklı ayakkabı alma sözüyle onu ikna etmişti etmesine ama yeni gelen ayakkabının bağcıkları kırmızı değil yeşildi. Bu bir kâbustu onun için. Yeni bağcıkları görünce kendini yerden yere attı. Annesi kırmızı bağcık inadını anlamıyordu ama yine de ona kırmızı bağcıkları bulacağına söz verdi. Bağcıklarını bekleme süresi ona çok uzun gelmişti. Ayağına başka bir ayakkabı da giymek istemiyordu, hatta annesini okula terlikle gitmekle tehdit etmişti. Yeşil bağcıklar hiç ona göre değildi. Bu yeni bağcıklarla kendini kesinlikle Selin gibi hissetmiyordu, sanki birden bire kuzeni Ece oluvermişti. Bu durum onu daha da çileden çıkarıyordu zira kuzenine kesinlikle katlanamıyordu. 

Annesi bir yandan kırmızı bağcıkları arıyor, bir yandan da konu komşuya düştükleri komik durumu anlatıyordu. Kısa sürede tüm mahallenin Selin’in bu kırmızı bağcık merakından haberi oldu. O yıllarda mahalle kültürü hala devam ediyordu ve insanlar bazı belirgin özelliklerine göre lakaplarıyla anılıyorlardı. Günün birinde mahallenin fırlama delikanlılarından biri ona adıyla hitap etmek yerine “kırmızı bağcıklı kız” deyiverdi şu meşhur masala ithafen. O gün bugündür de kimse onun gerçek adını bilmez oldu. Hatta daha da kısaltıp “Kırmızı” demeye başladılar. Öyle ki Selin bundan sonraki hayatına Kırmızı olarak devam edecek ve kendisi bile Selin’liğini hatırlamayacaktı. Yıllar geçip de artık ergenlik dönemine girdiğinde, diğer tüm yaşıtları gibi farklı olma kaygısı taşıyordu. Ve lakabı bu anlamda ona çok avantaj sağlamıştı. 
Zamanla Kırmızı olmaktan çok keyif aldığının farkına vardı. Bu arada çocukluğundaki bağcık takıntısının yerini kırmızı herhangi bir aksesuar almıştı. Bir gün kırmızı bir bileklik takıyorsa, ertesi gün bir şapka, başka bir gün bir fular takıyor, kırmızılığının en çok da farklılığının altını çiziyor, kendini özel hissediyordu.

Tüm bunlar nereden de aklına gelmişti şimdi.  Saat yediyi çoktan geçmişti. Akşamın bu saatlerinde trafikte olmaktan nefret ediyordu. Gerçi arabası yoktu. Bundan da hiç gocunmuyordu. İstanbul’da bu saatlerde araba kullanıyor olmak Dante’nin dokuz kat cehenneminin 5. Katında, gazap ve öfke verenlerin arasında olmaktan farksızdı biliyordu. Daha doğrusu tahmin ediyordu. Şimdiye dek sol ön koltukta hiç oturmamıştı. Tamam, Londra’da oturmuştu ama bu sayılmazdı. Araba kullanmayı hiç öğrenememişti, çünkü hiç istememişti. Bırakın arabada olmak yaya olmak bile onu boğuyordu. Zaten çok yorucu bir iş günü geçirmişti. Patronuna dert anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Yani herhalde öyleydi daha önce bir deveye hendek atlatmaya çalışmamıştı ama patronuna projedeki değişikliklerin gerekliliğini kabul ettirmek deveyle girilecek bir ikna münasebetinden daha zorlayıcıydı emin olun. Saatlerce dil dökmüştü, sonuç koskoca bir hiçti. Adam Nuh diyor peygamber demiyordu. Bir içkiye ihtiyacı vardı, aslında öncesinde bir şeyler yese daha doğru olacaktı. Aç karnına içkiyi kaldıramayacak kıvama gelmişti. Belki de yaşla doğru orantılıydı, 40 yaşındaydı ve içkiye dayanıklılığı gitgide azalıyordu ters bir orantıyla. Tek başına akşam yemeği de yemeyi sevmiyordu. Öğlen yemeği tek başına yendiğinde oldukça havalı görünüyordu. Öğle vakti hoş bir restoranda ufak tefek bir şeyler atıştırmak bile bir kadın için birkaç yargıda bulunmanızı sağlayabilirdi. Mesela o kadının bir işi olduğu, hatta meşgul bir kadın olduğu, özgüveni yüksek olduğu ve bağımsız olduğu çıkarımlarını yapabilirdiniz. Ama akşam yemeği öyle miydi? Akşam yemeği direk yalnızlığı çağrıştırıyordu. Başka yapacak daha iyi bir plan olmadığının habercisiydi sanki. Mutsuzluk, umutsuzluk ve hatta evde kalmışlık hissi veriyordu. Düşündü de aslında bu duygulara o kadar da uzak değildi. Kırk yaşına gelmişti, hiç evlenmemişti, evlenmeyi bırak doğru dürüst uzun bir beraberlik bile yaşamamıştı. Erkekleri ondan uzak tutan bir şey vardı sanki bir büyü.

Tam bunları düşünürken karşıdan karşıya geçmek üzere adımını atmak üzereydi ki korkuyla irkildi. Önünden aniden bir araba geçmişti, sürücü öfkeyle bağırıp kornaya basıyor bir yandan da yayalara kırmızı yanan trafik lambasını işaret ediyordu. Dalgınca gözlerini kaldırıp trafik lambasına baktı. “Evet, kırmızı yanıyormuş, durmam gerekiyor” diye geçirdi içinden. Kırmızıda durulur. Kırmızı ve durmak… Kelimeler beyninden hızla akıyordu. O an çok ani gelişen bir aydınlanma yaşadı. Acaba erkekleri uzak tutan o büyü bedeninde her daim taşıdığı, adına kazıdığı kırmızı mıydı? Tüm bu yalnız yılların sorumlusu kırmızı olabilir miydi? Kırmızı insanları ondan uzak tutuyor, durduruyor muydu? Hatta kaçma hissi mi veriyordu? Bu keşfinin ardından bir kafeye uğrayıp bir şeyler içme isteği de kayboldu. Bir an önce eve gidip düşünmek istiyordu. Düşünmek ve bu konuya açıklık getirmek. Eğer biraz daha sokakta kalırsa ezilme tehlikesi geçirmesi kaçınılmazdı, zira odağını bu konu dışında başka hiçbir konuya çekemiyordu. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Ofisinin evine bu kadar yakın olmasıyla gurur duydu. Eve gidince bu yalnızlık konusunu enine boyuna masaya yatıracak, bir farkındalığa varana kadar da didik didik edecekti. Farkındalık bu evrendeki en önemli mücevherdi. Yıllar yılı farkındalık bilinci olmadan aynı deneyimleri yaşamış durmuş, kendince çözümler üretmiş ancak yine de işin içinden çıkamamıştı. Güzeldi, akıllıydı, nazik ve kibardı, oturmasını kalkmasını bilirdi, iyi bir işi vardı, çevresi tarafından seviliyordu ama gel gör ki erkeklerle olan sıkıntısını bir türlü çözememişti.

Eve gelince su ısıtıcısını ocağa koydu. Elektrikli ısıtıcıları sevmiyordu. Eski tip su ısıtıcılarının sesi sıcak bir hissi, yuva hissini doğuruyordu. Biraz gelenekçi miydi? Belki evet. Bir su ısıtıcısıyla gelenekçi yanını fark etmişti ya helal olsundu ona. Bu farkındalık çalışmaları zihninde yeni kapılar açmıştı. Bir süredir bir grup terapisine devam ediyordu. Yaptıkları drama çalışmalarıyla kendiyle ilgili bir sürü keşfe ulaşmıştı. Tüm din ve öğretiler boşuna içe bakışa çağırmıyordu. Ocaktan suyu alıp kupaya doldururken taştığını fark etmedi bile. Hala aklı kırmızıdaydı. Kırmızının bir sembol olduğunun tabii ki farkındaydı. Farkına vardığı şey yalnızlığının asıl sorumlusunun kendisi olabileceğiydi. Kırmızı kendisiydi neticede! “Kırmızı erkekleri kendinden uzak tutuyor, kırmızı erkekleri kaçırıyor”. Bu cümleler zihninde yankılanınca canı acıdı. Her şeyin sorumluluğunu alacak olmak ağır gelmişti 

Yıllarca hep erkekleri suçlamıştı. Kaba saba, öfkeli ve tabiri caizse öküzlerdi.  Kırmızının etkisi burada da görülüyordu belli ki. Matadorlar gibi öfkeli boynuzluları hayatına çekiyor, onlarla savaşıyordu demek. Kendini elindeki pelerini hayatına giren adamlara sallarken hayal etti. Böyle düşünmesi kıkırdamasına yol açmıştı ama aslında gülünecek bir durum yoktu ortada. Üzgündü, hem de çok üzgün. Zaten gençlik yıllarından beri çok kimseyle birlikte olmamıştı, olduğu adamlarla da hiç mutlu olmamıştı. 40 yaşındaydı ve yapayalnızdı.

Eline çayını alıp yeşil koltuğuna kıvrıldı ve düşünmeye başladı. Fonda Getz/Gilberto çalıyordu. Albümü çok severdi, rahatlamasını sağlıyordu. Zaten son zamanlarda okuduğu kitaplardan zihin ve bedenin bir bütün olduğunu öğrenmişti. Eğer bedeni rahatlarsa, zihni de rahatlayacaktı böylece derin düşüncelere dalabilecekti. Nefesini düzenledi, derin derin nefesler alıyor ve daha uzun bir sürede tüm ciğerini boşaltıyordu. Belli bir dinginliğe ulaştığında, gözünün önüne ilk ilişkisini getirmeye çalıştı. 

Birden zihninde Üniversite’nin avlusunda karşılaştıkları gün belirdi. Hakan komik, esprili bir adamdı. Fakat öfkesini kontrol edemiyordu. Üniversitedeydiler, grupları aynıydı. Kemikleşmiş grup neredeyse her anını birlikte geçiriyordu. Sonra ikisi daha sık görüşür olmuş, gruptan bağımsız da takılmaya başlamışlardı. Yakın arkadaşlıktan ilişkiye geçince hiç bocalamamışlar, fakat zamanla heyecanlarını kaybetmişlerdi.  İlişki Hakan’ın öfke nöbetleri neticesinde kendisine zarar verecek noktaya gelmesinden ve ilgisiz tavırlarından noktalanmıştı. Hakan’dan sonra uzunca bir süre hayatına biri girmemiş, düşünmeye bile değmeyecek birkaç başarısız ilişki deneyimi olmuştu. Ama nafileydi, hep en abuk subuk insanları hayatına çekmeye devam ediyordu. Hakan’dan sonra ilk ciddi ilişkisini Salim’le yaşamış. Sonuç yine hüsran olmuştu. Salim de iyi niyetli biriydi ama hırslıydı. Başarısızlıkları onu öfkeli ve hayattan keyif almaz bir hale sokuyordu. Ayrıca çok ilgisizdi. Hiç sevgisin belli etmiyordu. Bırakın romantik tavırları, onca aylık birlikteliklerinde bir kez bile onu sevdiğini söylememişti. Ali ve Akın da son dönemdeki deneyimleriydi. Artık Akın’la da her şey sarpa sarınca, kimseyle çıkmamaya karar verdi. En azından bir süre erkeklerden uzak duracaktı. Hem ne gerek vardı sonuçta hepsi bokun soyu değiller miydi? Hepsi aynıydı, yaşananlar aynıydı, deneyimler aynıydı, hatta bazen adamlar farklı ama diyaloglar aynıydı. Bu nasıl oluyor diye geçirdi içinden tekrar. Hakan’ı, Salim’i, Ali ve Akın’ı tek tek gözünün önüne getirdi. Hem tip, hem tarz, hem huy olarak birbirinden bu kadar farklı, bu kadar alakasız insanlar nasıl oluyordu da ona hep aynı hisleri yaşatıyorlardı? Hissettiği duygular hep aynıydı: Sevilmeme, beğenilmeme, yeterince ilgi gösterilmeme, kızılma, bağırılma, aşağılanma ve hatta birkaç kere tartaklanma. Hepsinin ortak noktaları öfkeli, hırslı, dik başlı ve seks düşkünü olmalarıydı. Ah neredeyse unutuyordu; cimrilik. Hepsi ölesiye cimrilerdi! Yani insan bir kadınla dışarı çıkınca bu kadar hesapçı olur muydu ya? Öylelerdi hepsinin cebinde akrep vardı, günahlarını vermezlerdi.
Çayından bir yudum daha aldı ve bu kez daha derin düşünmeye zorladı kendini. Bu adamların başka ilişkilerine de şahit olmuştu ve hiç biri ona davrandıkları gibi davranmamışlardı yeni kadınlarına. Hatta aralarından biri evlenmişti ve duyduğuna göre harika bir aile babası olmuştu. Bu nasıl olabiliyordu?  “Bu kadar farklı adamlar, aynı sonuçlar, tek ortak noktaları benim…” diye geçirdi içinden. “Bir liste yapmalıyım” diye düşündü. Sinirlendiğim, katlanamadığım tüm özelliklerini yazmalıyım bu adamların. Ancak o zaman görebilirim ortak noktalarını ve orada yatan gizli nedeni. 

Yerinden kalkıp sakince kalem çekmecesine uzandı. Hareketleri öyle dingindi ki, 5 kalem denemişti ve her zamanki gibi hiç biri yazmıyordu. Normal zamanda olsa kalemlerin durduğu dolabı tekmelemişti fakat şimdi sabırla yazan kalemi bulmak için kendini zorluyordu. Çok garipti, bu nefes çalışmaları işe yaramıştı galiba. Tekrar yerine oturup kalemi kâğıdın üzerine koymasıyla, kelimeler sanki ona danışmaksızın zihninden kâğıda dökülüverdiler. Erkeklerle ilgili tüm yargılarını kâğıda geçiriyor, ne yazdım diye dönüp bakmıyordu bile. Böyle olması gerekiyordu. Düşünmeden yazmalıydı ki bilinçli zihni ondan gerçekleri gizlemesini sağlamasın. “Erkekler” diye başlıyordu listesi:

ERKEKLER
Öfkelerine hakim olamazlar
Kıskançtırlar
İnatçı ve dik kafalıdırlar
Sevgilerini belli etmezler
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamazlar
Sadık değillerdir
Seks düşkünüdürler
Erkek gibi erkek değillerdir
Hiç romantik değillerdir
Sevdikleri için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl edemezler
Arayıp sormazlar, sevgi dolu mesajlar atmazlar
Ruhtan çok dış görünüşe önem verirler
Zayıftırlar
Dürüst değillerdir
Cimridirler

Şimdilik aklına gelenler bunlardı. Evet, elinde bir listesi vardı artık. Hayatına giren tüm erkeklerin ortak noktası bunlardı işte. Hepi topu 15 kalemdi ama deneyimlediğinde gerçekten çok canını sıkıyorlardı. “Tamam, listem hazır” diye geçirdi içinden “ iyi de ben ne yapacağım bu listeyle şimdi?” Biraz daha derin düşünmeye zorladı kendini. Her şey kendisiyle ilgiliydi onu keşfetmişti. Bu listenin de kendisiyle ilgilisi olabilir miydi acaba? Listeyi yavaş yavaş bu kez başına BEN koyarak okumaya başladı.
BEN
Öfkeme hakim olamam
Kıskancım
İnatçı ve dik kafalıyım
Sevgimi belli etmem
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamam
Sadık değilim
Seks düşkünüyüm
Kadın gibi kadın değilim
Hiç romantik değilim
Sevdiklerim için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl edemem
Arayıp sormam, sevgi dolu mesajlar atmam
Ruhtan çok dış görünüşe önem veririm
Zayıfım
Dürüst değilim
Cimriyim
Bir yandan listeyi okuyor, bir yandan da göz yaşlarına hakim olamıyordu. Hepsi kendisi miydi? Doğru muydu tüm bunlar? İçinde bir yerlerde inceden bir ses, neredeyse tüm yazılanların doğru olduğunu ona fısıldıyordu. Evet, öfkesine hakim olamıyor, kıskançlık nöbetleri geçiriyordu. Hatta Hakan’a saldırdığı bile olmuştu. Bunu nasıl göz ardı etmişti yıllarca. Yani öfkesine hakim olamayanın aslında kendisi olduğunu, çok garipti. İnatçı ve dik kafalıydı ayrıca dediğim dedikti de. Başka fikirleri dinler ama yine de bildiğini okurdu. Sevgisini belli etmez, sevdi dolu mesajlar atmazdı. Yıllarca hep karşıdan beklemiş gelmeyince de çok üzülmüştü. Hatta kuzeni Ece’nin çıktığı adamlara şaşardı. Ece hep romantik, sürekli arayıp soran, ciddi ilişkiye aç adamları bulurdu. Acaba öyle miydi hakikaten? Şu an pek emin değildi artık. Kuzenini ve tavırlarını inceledi. Tüm ilişkiyi yürüten, sevgisini belli eden, sürekli arayıp soran oydu. Adamlar da bu sevgi ve ilgi dolu tavırlarına karşılık veriyorlardı belli ki. “Ah Selin ah” diye geçirdi içinden. “Onca yıl boyunca sadece beklemişsin, bir adım atmayı becerememişsin”. Tamam, ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamama, romantik olmama, kadın gibi kadın olmama, sevdiği için sürprizler yapmama kısmını kabul ediyordu ama dürüst olmama, zayıf olma dış görünüşe önem verme, seks düşkünü  ve en önemlisi de cimri olma kısmını kesinlikle kabul etmiyordu. Bunların hiç biri gerçek değildi. Sonra onları da incelemeye başladı. Bu kalemler de onu yansıtıyor olmalıydı ama nasıl? Dürüsttü hem de çok dürüst örneğin. Şimdiye kadar hiçbir romantik ya da diğer ilişkisinde olsun karşı tarafa yalan söylememişti. İçinden bir ses “Peki ya kendine?” diye sordu. O an gözyaşları sanki japon çizgi film karakterlerinin ki gibi iki yandan fışkırıyordu. Öyle ki bir ara verip tuvalete gitmek zorunda kaldı. Döndüğünde fark etmişti, neredeyse kendini bildi bileli kendine yalanlar söylüyor, bu yalanlara da kendini inandırmak için yarattığı türlü bahanelere kendini kaptırıyordu. Kendiyle ilgili bu gerçeği öğrenmek hiç hoşuna gitmemiş, ağır gelmişti bayağı. Diğer kalemlerin de içinden çıkacağını bilmek tüylerini diken diken etti. Zayıf mıydı mesela? Hayır, hep çok güçlüydü ama belki de zayıflığını kapatmak için bu kadar güçlü duruyordu. Güçlü durdukça da hayatına giren adamlar otomatik zayıf rolünü üstleniyor, ona bu şekilde yansıtıyorlardı. Dış görünüşe önem vermek? Hiç alakası yoktu, hep pek de yakışıklı olmayan erkeklerle çıkmıştı. Hakikaten yakışıklı olmayan erkeklerle çıkarak “ben sadece ruha önem veririm” mesajı mı vermek istiyordu insanlara? Böyle düşünmek midesini bulandırdı. Kendi samimiyetsizliği canını acıtmıştı. Seks kısmını da hiç kabul etmiyordu. Hatta seks onun için çok önemsiz kalemlerden biriydi. Sonuçta seks ilişkinin önemli bir unsuruydu ve erkekleri seks düşkünü olmakla suçlayarak aslında kendi seks problemlerini mi kapatmaya çalışıyordu? Bu noktayı şimdilik es geçip sonra tekrar bakmaya karar verdi. Çok önemli bir mevzuydu, kısaca üstünden geçmek aptallık olurdu. Geriye ne kalmıştı? Cimrilik. Hayır, asla kabul etmiyordu, kesinlikle cimri değildi! Parasını düşünmeden harcardı mesela. Ya da çevresine çok rahatlıkla verir, hesapları hiç gocunmadan öderdi. Ve bu yönüyle de çok övünürdü.  Bu şu demek oluyordu o halde, ya içinde var olan cimri yönünü kapatmak için bu denli bonkör davranıyor ya da bonkörlüğünün altını öylesine çiziyordu ki hayatında cimri olan insanlara ihtiyacı vardı. Gittiği grup terapisinde öğrenmişti. Kendimizde altını çizdiğimiz yanlar, en sevdiğimiz özelliklerimiz, bizi biz yapan özellikler aslında en çok bizi yıpratan özelliklerimizdi. Çünkü titizim dediğimizde örneğin, hayatımıza hep pasaklı insanları çekiyor sonra da bundan yakınıyorduk. Nitekim pasaklılar olmazsa bizim titiz olmamızın bir anlamı kalmayacaktı. O zaman bu kadar bonkörlüğünün altını çizmese örneğin o zaman cimri adamlara ihtiyaç duymayacaktı. Tüm bu farkındalıklar da bir bir yüzünde bir tokat gibi patladı. Kendiyle ilgili tüm öğrendikleri canını acıtıyordu. Yıllardır suçladığı adamlar hep kendine ayna tutmuşlar, onu ona yansıtmışlardı demek ki. Bu durum, adamların başka kadınlara tavırlarının farklı olmasını da çok güzel açıklıyordu. Gece saat 2 olmuştu, gözleri kan çanağı gibiydi, kesik kesik nefes alıyordu. Ama bir yandan da yüreğinin üzerinden bir yük kalkmıştı sanki. Rahatlamıştı. Bunları keşfetmesi ileride yeni bir sarmala girmesini engelleyecekti belli ki. Peki, ama tüm bu farkındalıklarla, yani kendisiyle ne yapacaktı? Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç bekleyemezdi. Cevap açıktı kırmızının ölmesi gerekiyordu.  Kırmızı ölecek ve küllerinden yeni bir Selin doğacaktı. Tüm o listedekileri değiştirmek için kendisiyle çalışacaktı. En önce kendine dürüst olacak, listesini hiç unutmayacak, gerekirse tekrar tekrar üzerinden geçecekti. Bugüne kadar öğrendiği bir şey varsa şu hayatta kendisinden başka hiç kimseyi değiştiremeyeceğiydi. O nedenle de madem erkekleri değiştiremiyordu, kendini yalnızlığa mahkum etmişti ve bu fikir onu depresyona sokmuştu ama şimdi kendiyle ilgili bu gerçekleri keşfetmek ona bir umut ışığı doğurmuştu. Erkeklerde değiştirmek istediği her kalemi kendi üzerinde değiştirecek ve sonuca bakacaktı. Artık güzel bir ilişkiye yelken açabilecekti, ah ne güzel bir mutluluktu bu. Meğer her şey temelde çok basitti. Son zamanlarda sürekli karşısına çıkan bir cümleyi hatırladı “Sen değiş dünya değişsin!”

Odasına gidip, akarak yüzünü kapkara yapan makyajını temizledi. Aynadaki aksine gülümsüyordu. Boynundaki kırmızı fuları, bir daha takmamak üzere sakince çıkarıp komedinin üzerine bıraktı. Yarın yepyeni bir gündü. Sabah giyeceklerini hazırladı. Yeni aldığı yeşil kazağını dar kalem eteğinin üzerine özenle yerleştirdi. Hayat güzeldi.
 
;