1 Ekim 2014 Çarşamba 0 yorum

BELKİ DE...

                                      

Belki de evrene gönderdiğimiz mesajları yemiyordur uzaylılar hakikaten. Belki de dilek ve isteklerimiz gönderim sıramıza göre en en en beklemediğimiz “istemediğimiz” anda gerçekleştirilmek üzere sıraya konulup, fiziksel evrende hayata geçecekleri günü bekliyorlardır. Belki orda melek ya da işte bu görevle iştigal eden bir takım varlıklar gelen mesajları okuyor, üzerinde düşünüyor, en olmayacak zamanda da gerçekleştirip düşülen komik durumlarla dalga geçiyorlardır. Ay ne bileyim? Ben zaten yaratıcının çok eğlenceli bir espri anlayışı olduğunu daha önceki tecrübelerimde keşfetmiştim ama şu sağ ve sol omzumuzda bulunan iyilik ve kötülüklerimizi yazan sevimli melekler var ya onların da işin içinde olmasından şüpheleniyorum.  Neden mi böyle düşünüyorum? Ya kardeşim bilenler bilir, yıllarca her bindiğim uçak, tren gibi karşı cinsle uzun süre yan yana seyahat edebileceğimiz tüm ulaşım araçlarında şöyle yakışıklı birinin yanıma oturmasını dilerim. Bu artık bir oyun gibi oldu benim için. Uçağa binenleri örneğin daha kapıda kalkış saatlerini beklerken incelerim. Beğendiklerimi yanımdaki boş koltuğa çekmek için büyü, enerji, ışık yollama, hipnoz filan gibi aktivitelere başvururum. Tamam, bu araçları tam olarak kullanamıyor olabilirim ama yaratıcıya aramızdaki telepatik bağlantıyla kesin mesaj atarım. “Lütfen, lütfen, lütfen benim yanıma otursun lütfen!” Zihnimden bu mesajı verirken, yakışıklının nereye oturduğunu incelerim. Ya bir şekilde benim yanımdan geçip arkalarda bir yere geçer ya da daha bana bile ulaşmadan öndeki güzel kızın yanına oturur, kıl olurum.

Bir keresinde tam olarak yanımdaki koltuğa yaklaştırmayı başardım  baktım oturuyor tam “oleyyy” diyecek ve sessizce yumruğumu havadan toplayıp dizime doğru çekecekken, son anda elindeki yer numarasıyla yukarıdaki numaraları karşılaştırdı ve hoop keskin bir hamleyle önümdeki koltuğa oturuverdi. O an yaşadığım şeyi biraz hayal kırıklığı, küçük biraz kızgınlık ve “elimizden ne gelir” gülümsemesi olarak tanımlayabilirim. Peki, ben yıldım mı? Hayır hiç! Olur mu öyle şey. Hep bekledim. Beklerken de yanıma oturan hiç yakışıklı olmayan birçok adam, hiç güzel olmayan sürüsüne bereket kadın, pek hoş havalı olan yine bilumum kadını gözlemledim. Gelmiyordu ama gelecekti emindim. Ben de böylece bekledim bekledim bekledim. Ta ki hiç ama hiç beklemediğim bu sabaha kadar. Ya arkadaş olur mu ya olur mu ? Bu haksızlık değil mi? Komik mi ? Hayır hiç kesinlikle değil. Tamam biraz olabilir.

Baştan başlıyorum. Dün ofisimizin 25. Yıl kokteyli için İstanbul’a gittik topluca. Çok fazla şey taşımayım diye kokteylde giyeceğim kıyafetle gittim. Saçımı toplattım ve atkuyruğu postiş taktım. Gayet havalı görünüyorum. Giderken sorun yok zaten ofistekilerle gideceğim için yanımdakiler ofis arkadaşlarım, yanıma yakışıklı oturtma oyununu oynamadım. Kokteyl çok güzel geçti. Beyaz şarapla hatta beyaz şaraplarla etkinliği tamamladım. Kokteyl bitiminde İstanbul’da yaşayan yakın arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Gece devam ediyordu, bu kez bize Rose eşlik etti. Saat 23:30 gibi evdeydik. En sevdiği filmi koydu arkadaşım yanına da bir Martini Bianco açtı ki pek bayılırım hem de yeşil limonlu. Ben filmi yarım yamalak seyredip Martimi de yarım yamalak içtim. Ama saati yine de 2 ettim. Saat 8’deki uçağım için 5:30’da kalkmam lazım. Peki şimdi ben neden bu kadar ayrıntı veriyorum? Anlayın diye, beni anlayın diye ühü ya ühü. Ağlamak istiyorum. Tüm uzun yolculuklar boyu o yakışıklı yanıma otursun diye yalvardım ve oturdu en sonunda ama ne zaman Allahım ne zaman? En en en çirkin, fena, bitmiş olduğum zaman . Bu haksızlık değil de nedir sorarım size? Bir kere geceden makyajımı temizlemişim ama yine de kalmış ve akmış. Hiç zamanım olmadığı için yüzümü bile yıkayamamışım. Bırak yüzümü yıkamayı dişimi bile fırçalamamışım o derece yani. Üşürüm diye kokteyl elbisemin altına kalın opak çorap giymişim, hem de ters! Saçımı alelacele toplamışım, ucunda da postişimi tutturmuşum. Tutturmuşum diyorum çünkü basbayağı eğreti duruyor. Dilimizde eşek ve kelebekle ilgili durumu çok iyi ifade eden bir söylem vardır ya işte o vaziyet. Üstüm başım sigara kokuyor ama tüm bunlar yetmiyor yetmiyor işte. Ayakkabımın da topuğu kırılıyor ve ben tam oluyorum. Yani bu bir film karesi olsa abartmışlar derim. Ama yukardakiler abartıyı gerçek hayatta kullanmayı seviyor nedense. Neyse lafı uzatmayım ben kendimi baygın bir şekilde Havataş’a atıyorum. Tek istediğim biraz uyumak. Nitekim havaalanına kırk dakikalık bir yolumuz var ve önce burada sonra uçakta kestirsem ofiste uyuklamam. Pencere kenarına geçiyorum ve akşamdan kalmışlıktan ne kadar nefret ettiğimi bir kez daha ve bininci kez hatırlıyorum ki o güzel yüzünü uzaktan gösteriyor. İçimden dua ediyorum. Allahım “lütfen, lütfen, lütfen yanıma oturmasın” . Ne acayip tüm o yıllar yanıma oturtmak için uğraştığım yakışıklı yanıma oturmasın diye dua ediyorum ama o bana doğru yöneliyor. Hassiktir şimdi sıçtık işte. Biraz kıpırdanıp toparlanmak istiyorum. Ama mecalim yok. Bayağı böyle mecalim yok yani kıpırdayamıyorum. İçimdeki Jaws dım dım dım dım dım dım dım dım…. diye şarkı söylüyor. Çantamı atıp boş koltuğu kapatmak istiyorum ama nafile. Yakışıklı hızlı çekimle hoop yanıma oturuveriyor. Otururken de bana pek hoş bir bakış atıyor. Ama ben aynı hoşlukla karşılık veremiyorum. Ya bari dişlerimi fırçalasaydım. Hemen ağzıma bir şeker atıveriyorum. Ne olur ne olmaz konuşmam gerekebilir belki. Neyse ben kolumu kolçağa koyuyorum o da gelip kendi kolunu benimkinin üzerine koyuyor. Böyle kol kola gidiyoruz tüm yol boyu. Ben hiç kıpırdayamıyorum, ayrıca uyurken kafam omzuna düşer, ağzımdan uyku suyu akar diye de uyuyamıyorum hatta kestiremiyorum bile. Öyle kapana kısılmış bir şekilde gidiyoruz gidiyoruz gidiyoruz ve ben onun mükemmel profilini kaçamak bakışlarla seyrediyorum. Yani bu melekler beni çok beklettikleri için sanırım ciddi kıyak geçmişler. Adamın güzelliğinin tarifi yok o derece yani. Ama ne işe yarıyor ki ne işe yarıyor? Zaman geçiyor kolu kolumda yolculuğa devam ediyoruz. Belki o ara içim geçmiş bilemiyorum ama bir kedi sesiyle kendime geliyorum. Böyle miyav miyav otobüste bir kedi. Kendimi daha toparlamadan boş bulunup “kedi mi var” diye içimden cılız bir ses çıkarıyorum. Bu sabahımın ilk konuşması olduğundan travestiden hallice sesim. “Efendim?” der gibi garip kocaman gözlerle bana bakıyor. Evet şimdi duruma bakalım. Yanımda harika bir adam var, ben akşamdan kalma ve korkunç görünüyorum. Kolum adamın kolunun altında mahsur kalmış, kıpırdayamıyorum, uyuyamıyorum ve ilk konuşmamı yapacağım ve adama “kedi mi var?” diye bir soru soruyorum. Sanki ben Twitty çizgi filmindeki Sylvester’ım anasını satayım. “Bir kedi gördüm sanki!” Peh, neyse o an zamanın durmasını ve yok olmayı istiyorum. Zaman durmuyor ama otobüs duruyor nihayet ve ben yakışıklının huzurunda yan koltuğunu, topuğum kırıldığından sekerek,  terk ediyorum. Bu hikâyeden çıkardığım dersler:

1.       Ne dilediğine dikkat et çünkü zamanlamayı sen değil şakacı melekler belirler
2.       Bakkala gitsen bile her daim bakımlı olmalısın
3.       Kediler her yerde olabilir sana ne! ( Bu arada kalkarken farkettim en arkadaki kızın kucağında kedi çantası vardı. Hayal görmemişim yani)


Son olarak yukardakine küçük kısa bir not: Bir şans daha istiyorum lütfen, lütfen lütfen…     
 
;