24 Mart 2011 Perşembe 4 yorum

ROMA'DA İKİ ÇAYLAK



  


















İtalya… romantizm, tarih, harika binalar, muhtelif güzellikler, yakışıklı erkekler ve Vespalar ülkesi. İtalyan Dili okurken İtalya’yı görmemek, tıp okurken hiç KADAVRA görmemek gibi bişey. Mutlaka gitmeliyim İtalya’ya. Görmeliyim, gezmeliyim, havasını solumalıyım. İkinci sınıftayım 20 yaşında. Çok heyecanlıyım çok. Itır’la da yeni arkadaş olmuşuz. Hatta bu İtalya’ya gidiş olayı yüzünden samimileşmeye başlamışız bile. Bir gün tuvallette konuşan kızlardan işitiyoruz, bir kurum varmış, kalacak yer ve yeme içmeni ayarlıyormuş. Sen de karşılığında sosyal bir hizmette bulunuyormuşsun. Gidip bulduk o kurumu yazdırdık adımızı, aileleri de ayarladık, birtek gideceğimiz tarihin gelmesini beklemek kaldı.
Neyse uzatmayım gün geldi çattı. Bizim bavullar hazırlandı. Öyle az buz değil koca birer dağcı sırt çantası. İçlerinde uyku tulumu da var. Uyku tulumu götürmek şartlardan biri. Nasıl bir yerde kalıp, ne iş yapacağın önceden bildirilmiyor. Ancak oraya gittiğin zaman öğrenebiliyorsun. Bizim koca çantada ama sadece uyku tulumu yok tabii. Kamp yeri olarak boşuna Roma’yı seçmemişiz. Belki geceleri dışarı çıkarız filan diye düşünüp bir sürü gece giyilecek kıyafet, ayakkabı filan doldurmuşuz çantaya. Sonradan bunun acısını çok çekiyoruz tabii. Başka milletlerden gelen gençler bikaç parça giyecek, bir iki yazlık ayakkabı almışlar yanlarına. Sırt çantaları kolaylıkla taşınabilir cinsten. Bizimkiler taşımak şöyle dursun yerlerinden bile kalkmıyorlar.
Ay konudan saptım ben yine, gidiş gününe döneyim. Havaalanında bizim maceranın başlayacağına dair ilk belirtiler ortaya çıkmaya başladı. Ben hayatımda ilk kez uçağa biniyorum. Meğer heyecan yapmışım. Check in sırasında önümdeki adamın bavuluna bayılıveriyorum. Öyle usulca, bırakıyorum bedenimi bavulun üstüne. Gözümü açtığımda bi telaş pür telaşJ Adamda ezilen bavulunun derdinde, hay Allahım ya… Kola filan içirip kendime getiriyolar beni. Uçaktaki durumumuz ayrı bir olay. O kadar çok kıkırdıyoruz ki diğer yolcular artık sesli olarak cık cıklayıp gözlerini deviriyorlar rahatsız olduklarını anlayalım diye. Bizim ülkemizde mutlu olmak hiç hoş karşılanmaz. Kafadan arabesk bi toplumuz biz. Hiç de takmadan eğlencemize devam ediyoruz. Bu eğlence Roma’ya inince biraz sekteye uğruyor tabii. Yarım yamalak italyancamızla yolu bulmak öyle zor ki. Elimizde bir harita ( ikimizde haritayı ters tutmuyosak iyidir yani hiç bi bok anlamıyoruz) bir de yol tarifi var. İnince hemen bir vasıtaya binip istediğimiz yere gideceğimize çok ama çok eminiz. Hatta o kadar eminiz ki birkaç kişiye haritayı gösterip yolu soruyoruz, hepsi aynı şey söylüyor. Önce şehre inip otobüs terminalini bulmalısınız. Ne yaparlarsa yapsınlar bizi bi türlü şehre inmemiz gerektiğine ikna edemiyolar. Hatta bi adam bize iyiden iyiye sinirleniyor, öyle inanmaz gözlerle idiacı iddiacı bakınca.
“Sono ROMANO” diyo adam ukalaca, yani ben ROMAlıyım, benden iyi mi bileceksiniz anlamında. Peki biz ne anlıyoruz:
“Adam “sono Romano” diyo Itır, elin Romanyalısı ne bilir”.
“Haklısın, kızım siktir et”.
Adam bize Romalı olduğunu bi türlü
kanıtlayamıyor bize göre adam Romanyalı, o kadar!
Kendi grubumuz henüz Roma’ya inmemiş, biz iki gün erken gitmişiz başka bir gruba katılacağız. Sonradan kendi grubumuz gelince asıl kalacağımız yere geçeceğiz. Ama şimdi hedefimiz “Hai visto quinto” isimli bi yeri bulmak. Ne aradığın yer hakkında hiçbir fikrinin olmaması:
a) seni iyice salak yapar
b) seni iyice korkak yapar
c) bi süre sonra işin ucunu kaçırırsın
Roma’daki terminaldeyiz en sonunda ikna olup oraya gitmişiz. “Hai visto quinto” beşinciyi gördün mü demek. Yorgunluktan gebermiş, hayvani sırt çantalarının altında ezilmiş, yoğun Roma sıcağında yürüyoruz dilimiz dışarı çıkmış. Bi yandan da soruyoruz:
“Beşinciyi gördün mü yü gördün mü?”
Ya da
“Beşinciyi gördün mü yü biliyomusun?”
Surat ifadelerini tahmin edersiniz tabii. Ay en sonunda birileri halimize acıyor, yeri bize gösteriyor. Allahım o ne?
Yani şimdi nasıl bir yer olduğunu kelimelerle ifade etmemin imkanı yok. Tek katlı bir mekan, büyükce bir yer. İçeride hemen hemen hiç duvar yok denebilir. Bir mekandan diğerine nişlerle geçiliyor.

Bir yerlerde mutfak benzeri bir oda diyelim, ortasında uzunca bir masa var. Yemekler toplu halde burada yeniyor. Artık o gün kimin içinden geldiyse yemeği o pişiriyor. Tüm duvarlar grafitilerle kaplı. En beğenilen desen çekiç – orakJ Sakallı, saçları darmadağanık, yeni uyandığı belli bi adam bizi karşılıyor. Geleceğimizden haberi var. Yatacağımız yeri gösteriyor. Bi spor salonu. Yanlış duymadınız iki geceyi bi spor salonunda yerde uyku tulumlarıyla geçirmemizi istiyorlar. Kaderimize razı koyuyoruz tulumları yere, öyle korkmuş tavşan ifademiz varki kimse bize fazla bulaşmıyor.
“Bi insan tuvalete girmeden yaşıyabilir mi ki acaba ya? Ben o lağımlara hayatta çişimi filan yapmam” konuşan iç sesim.
Yerde sanki kozalanmış kelebekler gibi bir sürü uyku tulumu var kiminin içi dolu kiminin boş. Burası, İtalya da pek de yaygın olan sol görüşlü toplulukların toplaştığı mekanlardan biri . Böyle yerlerde takılıp, görüşlerini paylaşırlar. Bazıları sanatçıdır, komün hayatı yaşanır. Ama bizim hayalimizdeki Romadan öylesine uzak ki, hayalkırıklığına uğruyoruz. Neyseki iki gün dayanırız diye düşünüp atıyoruz kendimizi bi bara. Orda da çok gerekliymiş gibi bizi bi hatun yakalıyor. Kafa iyi. Deli deli bakıyor, tuhaf bi tipi var. Diyor ki
“Siz Hai visto quinto” da mı kalıyosunuz?”
“Evet”
“Ne işiniz var sizin orda, orayı polis basar bazı geceler, çok tehlikeli bi mekandır, kalmayın bence orda siz.”
İyi kalmayalım da ablacım paramız mı var ki bizim başka yere gidelim. Aman Allahım biz ne günah işledik ya nedir bu başımıza gelen burası nedir böyle?
Gece mecbur geri dönüyoruz tabii. Kıçımız daha da üç buçuk atıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi akşam yemeği sırasında Yunanlı bi çocuk bizi gözüne kestiriyor. Başlıyor Yunanistan - Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar üzerine ahkam kesmeye.
“Dua et” diyorum içimden, “şuan Türkiye’de olsak tükürmüştük senin ağzına pis Yunan domuzu”.
Ama dışımdan:
“Çok haklısın tabii biz Yunanlılar la Türkler kardeşiz, hepimiz ortak bi kültürü paylaşıyoruz v.s.” diyorum.
Allahım kıç korkusu insana neler söyletiyor ya…
Gece mecbur spor salonuna gidiyor, uyku tulumlarımıza giriyoruz. Bu gece ya Yunanlı bizi doğrayacak, ya polis basacak, ya üzerimden fare geçecek ( fobim var benim, fare fobisi) ya da hepsi birden olacak. Ay tüm bunlara dayanamayız. Karar veriyoruz önce biri uyuyacak biri nöbet tutacak, iki üç saat sonra diğeri kalkıp nöbeti devralacak. Önce Itır uyuyor. Ben sürekli tetikteyim. Yarım saat, kırk dakika kadar sonra yanıma yemekte pek hoşlaşmadığım Macar kızla Polonyalı oğlan geliyorlar.
İkisi bir tuluma girip başlıyolar öpüşmeye. Hoppalaaa bunlar yeni tanışmamış mıydı ya? Neyse sakin kalmalıyım.
Ama nasıl sakin kalayım nasıl? Mucuk mucuk öpüşme seslerini hadi göz ardı edeyim de sayı saymaya başladı Polonyalı herif. Evet yanlış okumadınız seks yaparken gidip gelişlerini saydı. Hem de ikisinin ortak dili İngilizce olduğu için İngilizce, ama aksanlı tabii. Aşağı yukarı şöyle bi ses çıkıyodu Polonya aksanıyla:
“One, two, three, four” Ohhh “six, seven, eight, nine, ten, ohh ohh ohh…”
Abicim ben çok fazla fantazi hikayesi duydum ama bu nedir ya bu nedir? Bu nasıl bi fantazidir? Sanırım 60 – 70 deler ki henüz kimse zevkin doruklarına çıkmadan ben kendimi uykunun kollarına bıraktım. Zira zevkin doruklarında çığlık çığlığa ulaştıkları sayıyı duymaya dayanamayacaktım,Itır beni affetsindi ama bu işkenceye daha fazla dayanılacak gibi değildi ya…
Bir günü daha o garip mekanda geçirip ertesi gün asıl kalacağımız kalacağımız yere yollanıyoruz. Yok yok kesin biz tuhafız ve tuhaf olaylar o nedenle bizi buluyor. Bu sefer de dini bir okula gönderiliyoruz abi. Resmen böyle pederler, rahibeler, haçlar, şaraplar, İsalar… Yani filmlerde gördüğünüz dini okullardan işte ama okul yaz tatilinde. Allahtan yataklar gıcır gıcır, banyo, tuvalet mis. Bizim yanımıza Amerika’lı bir seksenlik hatunu veriyolar. Ay pek suratsız, neyse çok da fifi. Çalışacağımız mekana götürüyorlar bizi. Roma’nın işlek caddelerinden birinde oldukça eski bir apartman dairesi ofise çevirilmiş. Bizim gidiş organizasyonumuzu yapan şirketin ofisi. İşimiz pencerelerin pervazlarını zımparalamak, peki biz ne yapıyoruz. En az altı cam zahiyatı veriyoruz zımparalarken. Astarı yüzünden pahalı olunca alıyolar işi elimizden. Artık tek işimiz Romayı gezmek. Takıyolar peşimize bir iki kişi tüm gün sokaklarda fink atıyoruz. Aman tanrım ne güsel bi şehir Roma ya. Allahım otobüs şoförleri bile mi bu kadar yakışıklı olmalı ve bu kadar janti. Tüm grup açık yazlık ayakkabılı bizde tabii boğazlı spor ayakkabılar. Sonuç terden vıcık vıcık olmuş ayaklarımız. Çözüm çorapları ve ayakkabıları camın önüne koyup havalanmalarını sağlamak.
Şimdi gözünüzde şöyle bir yer canlandırmanızı istiyorum. Büyükçe bir salon, loş olarak aydınlatılmış. Okulun yemek salonu burası.
Ama rahip ve rahibelerin kaldığı bölümün. Duvarlarda incilden sahnelerin temsil edildiği tablolar, haç motifleri… Sıra sıra bikaç masa var. En büyük masa bizim için hazırlanmış. Önce salata ve makarna servis ediliyor. Masalarda şarap eksik değil tabii ki. Biz de İsa’nın kanıyla harika yemeğimizi renklendiriyoruz. Ortalıkta sarhoş rahipler, rahibeler (onlar sarhoş diildi), masada özellikle Avrupa’dan bir sürü kız (evet bok varmış gibi tüm grup kızdan oluşuyodu ne şans ya). Yarımyamalak İngilizce sözcükler havada uçuşuyor. Tek İtalyanca bilen Itır’la ben. Ona da İtalyanca denirse tabii peh. Derken tombul baş rahip geliyor, yüzünde ciddi bir ifade var ama yanakları şarapdan pembeleşmişJ elinde bir gazete kağıdı tutuyor. İtalyanca bilen birtek biz olduğumuz için bizi çağırıyor yanına:

“Titi, Banu bi dakika bakabilir misiniz?”
Biz: “Hassiktir, yüzündeki ifadeye bakılırsa ciddi bişeyler oldu”. Masadan kalkıp yanına yaklaşıyoruz. Yavaşça gazete kağıdını açıp içindekileri bize gösteriyor gayet ciddi ama şaşkın bir ifadeyle”
“ Kızlar, bu çorapları Rahibe Maria ağacın üzerinden toplamak zorunda kaldı. Sanırım odalardan birinden uçmuş rüzgar esince. İnanın ağaçtan almak çok zor oldu. Sizin bir fikriniz var mı kimin olduğuna dair”
“Ahhhhhhhhhhhh yer yarılsa da içine girsek, yok daha iyisi ışınlanmak. Bizim kokuşmuş çoraplar yaa. E rahibe Maria niye almak için onca zahmete girmiş kokuşmuş iki çift çorabı, Allahımmm bu kadar olur!”
Söz birliği etmişcesine “hiçbi fikrimiz yok kızlara sorarız deyip” yerimize geçiyoruz. Aramızda çok geyiğini yaptık ama sonra. Düşünsenize tombul bir rahibe, siyahlar içinde ağacın tepesine tırmanmış, elma toplar gibi bizim çorapları topluyor dallardan. Aşağıdan görüntüsü kocaman siyah bi popo ahahahahahaJ))
Günler böyle geçip gidiyor artık son günlere yaklaşıyoruz. Sabahları Roma gezisi, akşamları dini okul ve şarap, genelde leyla dolaşıyoruz rahipler gibi. Gece çıkmalar, yakışıklı italyanlar sadece hayallerimizde. Bari değişik birşeyler yapsak derken, yakınlarda bir Punk konseri olduğunu duyuyoruz. Akşam hazırlanıp tutuyoruz konserin yolunu. Kocaman bir alan bi sürü garip giyimli genç etrafta. Hoşumuza gidiyor aslında oldukça farklı bir akşam olacak. Diyorum ki Itır’a acaba giriş parası nerede ödeniyor gidip bir sorayım.
Gözüme tam da punk gibi görünmeyen bi herifi kestiriyorum, yakışıklıda
“Scusa, dove si prega qua?”
Ve kelimeler ağzımdan döküldükten sonra karşımdaki yakışıklı kocaman bi kahkaha atıyor.
“Valla” diyor, “konser alanı senin, nerde istersen orda dua et” “ha bi de yakınlarda bi kilise var sanırım, orayı da deneyebilirsin.” O alaycı ben şaşkın öyle bakışıyoruz ve sonra ben çakıyorum tabii neler olduğunu.
Allahım ya niye bu iki kelime birbirine benzer ki, italyancada “pagare” ödemek, “pregare” dua etmek. Ve benim söylediklerimi çevirecek olursak ortaya yaklaşık şöyle bişey çıkıyor”
“Pardon buralarda nerde dua edilir acaba?”
Evet iki haftadır ilk kez gece dışarı çıkıyoruz, karşıma pek de fena olmayan bi çocuk çıkıyor, belki doğru soruyu sorabilirsem muhabbet edebilir bile ve peki ben ne yapıyorum: “nerede dua edebileceğimi soruyorum” ve mekanımız bir Punk konseri!!!. Ay ne kadar dinine bağlı ne kadar muhafazakar bi kızım ben.
Allahım bu kadar şaşkın olmak zorunda mıyım ya zorunda mıyım???
İşte böyle, olaylar, komiklikler, korkular, heyecanlar, çok garip yaşanmışlıklar ve harika bir şehir.
Roma’da iki çaylak ardına baktığında tüm ayrıntılarıyla bu harika şehri ama en çok da yıllarca sürecek dostluklarının ilk şaşkın, çocuksu ve komik hikayelerini hatırlıyor.
www.biyolojikanne.blogspot.com
22 Mart 2011 Salı 0 yorum

BÜYÜMEYİ REDDEDİYORUM, O KADAR!!!


Bir yaş daha büyüdüm ya ben. Hani 36 oldum ya, artık büyümeyi reddediyorum. Buarada “büyümek” kelimesini kullanıyorum dikkatinizi çekerim. Yaşlanmak kelimesini kesinlikle kullanmayı da “büyümeyi” reddettiğim gibi reddediyorum.

Reddetmemin nedenleri gelecek yılların bana getireceklerinden korkmam değil sadece, yaşlılık belirtileri de değil, öyle çok sevdim ki ben otuzları, öylesine güzel görünüyorum ki kendi gözüme, başka bir yere gitmek istmiyorum artık, burda kalmak istiyorum. 40 ların daha da harika olduğunu söylüyor 40 lardan arkadaşlarım. Ama yine de inanmak istemiyorum. İkinci yarısına geçtiğim şu günlerde kendi gözümden kendime bakıyorum. Veeee

30’larımda kendim:

  1. Bir çocuk doğurduğum halde, tüm çatlak, sarkık ve selilütlerime rağmen vücudumu seviyorum. Tamam bir kaç kilo (bir kaç diil yaklaşık 8 kg, itiraf ediyorum) versem diye kıvranıyorum ama 18 imdeki gibi şikayetçi değilim. 18’im de baktığım eleştirel gözlerim, yerini anlayışlı ve kabullenen bi çift göze bırakmış. Yani “bu çatlaklar bana yılların kattığı…” falan filan gibi geyikler yapmıycam. Keşke olmasalardı, onları hiç sevmiyorum. Ve fakat onlara bakış açımı seviyorum. 18 imdeyken çıkan düdük bi sivilce için günümü nasıl rezil ettiğimi hatırlıyorum da. Kapatmak için kıvranışımı falan filan. Ama şimdi bakıyorum aynaya, diyorum ki “siktir et”. Evet bu kadar basit işteJ SİKTİR ET!
  2. Yüzümü seviyorum. Oturmuş derin bakışlarımı, biçimini son bikaç yıldır kazanmış kaşlarımı. Biraz gıdığım çıkıyor, aldırmayı 50 lere bırakıyorum. Henüz gözümün çevresindeki kaz ayakları belirgin değil ama gülünce kendini belli ediyor yavaştan. Benim gibi sürekli kahkaha atan tüm insanların yüzünde oluşan en derin çizgiler dudak kenarındaki dikey çizgilerdir. Onları pek sevmiyorum sanırım dolgu yaptırıcam bi zaman sonra. Ama gülünce yüzümü çok beğeniyorum. Sanki gözbebeklerimin içinde bir ışık yanıp sönüyor. Bakışlarımı inceliyorum bazen öyle ilginçler ki. Mutlu, hüzünlü, bilge, ahmak, tecrübeli, tecrübesiz, anlamlı, anlamsız, yorgun, enerjik hepsi ve tümü birarada. Tüm zıtlıklar aynı oranda yerlerini almış. Bunun otuzlara özgü olduğuna karar verdim. Çünkü büyüdükçe sanki hüzün, bilgelik, tecrübe, anlam ve yorgunluk artacakmış mutluluk, ahmaklık, tecrübesizlik, anlamsızlık ve enerji azalacakmış gibi bakışlarımda. Azalmasın istiyorum, çocuksu olan herşey kalsın.
  3. Ellerimi seviyorum. Gerçi kocamanlar, yani hep kocaman oldular, tüm okul hayatım boyunca tüm oğlan çocuklarından uzundu parmaklarım, maret soyulmuş sosi kıvamı. Ama ben dokunmayı bilmelerini seviyorum. Derinin yüzünde gezerken parmaklarımın kalbime bağlanmasını, Flamenko yaparken ustaca kıvrılmalarını, yemek pişirirken hızlı hızlı hareket etmelerini, kucaklarken diğer bedenleri, sıkı sıkı kavramalarını seviyorum. Dokunmayı bilmek gerek, dokunmak en özellikli duyularımızdan biri bence. Hiç bi filmde uzaylıları sevişirken görmedim mesela. Bi filmde beyinsel sevişmemi ne öyle bişey vardı. Yani tüm tecrübe ve hisleri birbirine aktarılıyodu telepatiyle. Dokunmadan olur mu yahu, ellemeden hissedilir mi?J
  4. Ayaklarım… Onları ne yapsam da pek sevemedim idare etsinler işteJ
  5. Ruhumu seviyorum, ah en çok ruhumu seviyorum. Melek ve şeytan karışımı olmasını. Ne tam genç ne de yaşlı olmasını. Artık aptalca şeyler yapmayacak kadar akıllı ama aynı zamanda hala aptalca şeyler yapabilecek kadar çocuksu olmasını. Bu özellik de 30 lara özgü bence. Bişeyleri yapabilecek kadar olgun ve onları hala yapabilecek kadar genç. Zaman ilerledikçe olgun kısmının altı çizilecek ama bazı şeyleri yapamayacak kadar yaşlı olacağım. Şimdilik ve daha uzunca bir süre bunun tadını çıkarmak istiyorum.

Bir de kimsenin tam olarak iyi olamayacağını öğrendim. İçimizde karanlık yönlerin insan olmamızın bir gereği olduğunun bilincine varmak beni çok rahatlattı. Böylece ruhuma eziyet etmemeyi onu sevip öyle kabul etmek bana huzur veriyor .

Ruhumun yaşlanmayacak olgunlaşacak ama yaşlanmayacak!!!

Sonuç ne derseniz ben uzunca bir süre bu yaşta kalacağım. Yıllarca 49 da kalan annem gibi benim de tercihim 36. Hadi sorun, çekinmeyin sorun sorun kaç yaşındasın diyeJ

 
;