27 Aralık 2012 Perşembe 0 yorum


Tarafımdan yapılmış hiçbişeye dayanmayan araştırmalara göre Türk halkının yeni yıla bu denli ruhsuz girmesinin sebebi, geceyarısı çıkan dansözden buyana kendini heyecanlandıracak daha absürd bir olay daha bulamamasıdır! Benim önerim saat tam 12'de Mayaların kıyametini kopartmak olabilir ama o bile 80 lerdeki memelerini sallayıp göbeğini titreten Nesrin Topkapı'dan daha heyecan verici olamaz. Yazık...
11 Aralık 2012 Salı 0 yorum

GÜNÜMÜN DUASI



Günümün duası:

- Kuaförümün saçımın doğal rengini beğendiği gerekçesiyle çıkan beyazlarımı TEK TEK boyaması mı?
- Ocak başına kadar 58 kiloya (şuan 62 yim) ineceğime dair iş arkadaşlarımın birisiyle 200 diğeriyle 500 TL’sine iddaya girmem mi?
- 500 TL sine iddaya girdiğim arkadaşımın başka bir arkadaşla, bana zararlı şeyler yedirip şişmanlatması karşılığında benden alacağı parayı kırışmak için yaptıkları gizli anlaşmayı keşfetmem mi?
- MR a girerken korkup ağladığım dan çalışanlardan biri olan Fatma teyzeyi elimi tutması için çağıran görüntümele merkezinin Fatma teyzeyi diğer işlerinin yanında bu iş için de istihdam ettiğini öğrenmem mi?
- “Anne benim çocuğum olsa onu da sever misin?” diye soran kızıma “Of hem nasıl, deliririm” diye cevap verince, kızımın “ama onu daha çok seversin kesin” diyerek tam 20 dakika ağlaması mı?

daha komik ve absürd bilemiyorum ama sevgili Allahım bana tüm bu delilikleri görebilme yetisi vererek hayatımı daha neşeli ve yaşanabilir kıldığın için sana binlerce şükürler olsun. Amin.
3 Aralık 2012 Pazartesi 0 yorum

BEN SİZE DEMİŞTİM!!!


Önce kocaman açıldılar, sonra şaşkınlıkla birbirlerine doğru devrildiler, sonra kısılıp yaşlarla doldular. Ama ağlamaktan değil gülmekten. Ne mi bunlar? Göz göz. İkisi Vedat’a ikisi kardeşim Dido’ya ait. Benim bakışlarım ise şaşkın değil. Üzgün ve sinirli. Tamam biraz bön bön  de bakıyor olabilirim, içinde çokça da “Ben size söylemiştim !” var. Aslında böğürerek ağlamak istiyorum. Ya Allah aşına siz söyleyin:
“Düşerim ben burdan yapmayın etmeyin ben çıkmayım üst kata siz beni dönüşte alırsınız “ dese zavallı bir ölümlü, siz onu yine de zorla üst kata çıkarmak için zorlar hatta arkasından itekler misiniz?.Hele ki bu kadar sakar olduğuma eminseniz bu kız kesin burdan yuvarlanır deyip engellemeye bile çalışmaz mısınız? Sizin gibi duyarlı insanlar engeller tabii ama benim ısrarcı kocam ve pek bilmiş kardeşim ikinci kata sorunsuzca çıkabileceğime inandırmışlar kendilerini bir kere.
“Ne mi bu ikinci kat?”
Dandik bir yazlık diskonun asma katı. Şöyle “John Malkovich Olmak” filmindeki gibi 7 buçukuncu katı olan havalı bir gece klübünden filan bahsetmek isterdim ama bu disko bildiğin zemin katını en fazla 10 merdivenle sevimsiz asma katına bağlayan sıradan bir yazlık disko. Diskonun sahibi akıllı abiler, merdivenlerin üzerine cayır cayır yanan etrafa kıvılcımlar saçan sevimsiz bir yer fişeği koymanın pek havalı diskolarına daha da bir ayrı hava katacağına karar vermiş olacaklar ki merdivenlerin ortasına dikmişler o ucube şeyi. Abicim fişek dediğin pastada olur. Yok, pastadakinin adı maytap mıydı? Herneyse! Ya da havaisi olur bu meretlerin, böyle havaya filan fırlatırsın patlar, neşelendirir seni. Yer fişeği ne ya yer fişeği ne?
Neyse koymuşlar bunlar merdivenlerin tam ortasına fişeği. İnsanlar ellerinde içkiler olmasına rağmen hoyloyloy şeklinde neşe içerisinde geçiyorlar fişeğin yanından, ulaşıyorlar asma kata. Ben hariç bir ben ulaşamıyorum. Yani ulaşıyorum da ulaştığımda artık aynı kişi değilim. Şöyle ki:
Bardan elimize birer 50 lik Efes alıp asma katın yolunu tutuyoruz. Neymiş efendim bu kattan sıkılmışlarmış. Evet çünkü asma katta kuş konduruyorlar zemin kattan farklı olarak. Neyse fişeğin önüne geliyoruz. Siz çıkın fişek alevlerini saçmayı bitirdiğinde ben de arkanızdan gelirim diyorum. Fakat kabul etmiyorlar. Israrla reddediyorum merdivenlerden tırmanmayı. Ama bir şekilde ikna ediyorlar beni. Yani aslında iknadan çok tehdit ediyorlar alçaklar. Önce Dido salına salına merdivenlerin yolunu tutuyor ve kuğu misali fişeğin yanından süzülüp tehlikesiz olan üçüncü merdivene ulaşıyor. Vedat önümeden geçerken başıyla beni takip et mesajı veriyor. O da sakince üçüncü merdivene sağ salim ulaşıyor. Bana o an bir güven geliyor yapabileceğime dair. Bir tür his bu. İçimdeki bu hisse göre hızlı davranırsam bir an önce güvenli merdiven numara üçe ulaşırım. Birinci adımım hızlı ama yine de merdivene sağlamca basıyor, ikinci adımım daha da hızlı ancak ayağımın yarısı merdivende yarısı havada. Üçüncü adımsa merdiven boşluğuna takılıp fena halde tökezliyor. Bu tökezleme sendelememe ve dengemi kaybetmeme yol açıyor doğal olarak. E dengem kaybolunca da düşmemek için beton trabzana tutunmaya çalışıyorum. Aslında benimki tutunma çabasından çok sarılma ya da kucaklama çabası. Trabzanları kucaklardım kucaklamasına da elimdeki 50 lik Efes buna müsaade etmiyor. Yavaşlatılmış görüntü aşağı yukarı şöyle. Tökezliyorum, trabzanlara doğru bir hamle yapıyorum. Elimdeki bira bardağının kalın tabanı beton trabzana vuruyor. Bu vuruş dengemi yeniden kazanmamı sağlıyor ancak bardağın içindeki biranın tamamı çarpmanın etkisiyle bir kütle misali havalanıyor ve tahmin ettiğiniz üzere başımdan aşağıya boşalıyor. Bu olay saniyeler içerisinde gerçekleşti elbet ancak ister inanın ister inanmayın biramın havalanışını, havada kütle halinde toplanışını ve başımdan aşağı boca oluşunu filan hep seyrettim ben. Lakin kaçamadım. Vedat ve Dido arkalarına döndüklerinde yerde değildim. Tehlikesiz merdiven üçteydim, ayakta!. Beni öyle ıslak balık gibi ayakta bön bön bakarken gördüklerinde hikayenin başında anlattığım gibi birbirlerine baktılar önce ve sonra bastılar kahkahayı. Ama resmen krize girdiler öyle böyle değil. Bir de onlar değil elbet etraftaki herkes basbayağı koyvermişti deli gibi gülüyordu. Ama ben de olsam ben de gülerdim. Yarım litre bira saçlarımdan süzülüp, makyajımın bir kısmını götürmek suretiyle elbisemden aşağı şelale misali süzülüyordu. Ve ben salak salak etrafa bakıyordum öylece. Hay Allahım ya ne geceydi. Yürüyen bira fıçısı gibiydim. Kokulu ve ıslakJ
Sonra mı ne oldu? İnandılar bana. Bir daha sakarlık yapmayacağıma değil tabii ki, sakarlık yaparım dersem yapacağıma! Bu da birşey...
18 Kasım 2012 Pazar 4 yorum

CANAVARLAR - BİR TÜRKİŞ KORKU FİLMİ


Yıl: 1994
Şehir: Ankara
Mekan: Dolmuş
Dolmuşun üzerinde bulunduğu yol: Kızılcahamam – Kösyayla Yolu
Mevsim: Bahar
Oyuncular: Baharda Kösyayla’da kamp yapmanın harika olacağı zırvasına inanan 19- 21 yaşları arasında ikisi kadın 6 salak (pardon biri pek salak sayılmaz, izci o)

Veeeee motor!!!

“Gençler nereye böyle toplaşmışınız?”
“Kösyaylaya gidiyoruz abi”
“Ne işiniz var Kösyayla’da, piknik mi yapacağnız?”
“Yok abi, kamp kuracağız”

Sessizlik.

Dolmuştaki tüm diğer yolcular inmiş bir tek biz kalmışız. Dolmuşçu abi muhabbet koymak istemişti anlaşılan ama kamp kuracağımız fikri onu bir şekilde rahatsız etmişti. Uzun süren bir sessizlikten sonra aynasını bizi görecek şekilde düzeltti. Biz de aynadan yüzünü ziyadesiyle görüyorduk buarada. Kaşının birini havaya kaldırarak:

“Deli misiniz oğlum siz? Ne kampıymış? Canavarlar var orada, gece yemek bulmaya köylere inerler. Parçalarlar sizi valla”

O an ki yüz ifademizi hakikaten fotoğraflayıp yatak odama asmak isterdim. Gerçekten, böylece her sabah gülümseyerek uyanırdım emin olun . O kadar komik ve sevimli görünüyorduk ki anlatamam size. O aklı başında, ne yaptığını biliyormuş gibi görünen, büyümüş de küçülmüş üniversite öğrencileri gitmiş yerine birbirine sorgulayan gözlerle bakan 6 şaşkın tavuk gelmişti. Aramızdan nispeten akıllı görünenlerden biri cesurca o elzem soruyu yutkunarak sordu:

“Abi canavar dediğin ne ki?”

“Kurt kurt. İnsanların olduğu yerlere inerler geceleri. Çok hikaye yaşandı zamanında. Yemek bulamayınca bir sürü insanı parçaladılar”

“Haydaaaaaaaa, daha bismillah yola çıktık. Ne canavarı ya ne canavarı? Kurt ne kurt? Biz hoyloyloy diye eğlenecek, yiyip içip dağıtacaktık.”

Dolmuştaki korku ve endişe bulutu böyle üzerimizde asılı kaldı. Şakacı dostlarımızdan biri:

“Hahahahaha abi sen merak etme, geleceği varsa göreceği de var. Biz önce saldırırız, önce saldıran taraf kazanır. Ateşten korkmuyor muydu bu meretler? Biz de tüm gece ateşi yanık tutarız”

Birden korku ve endişe bulutu dağıldı, herkes gülümsemeye başladı.

“Yok ateşten korkarlar da , çok aç olurlarsa ateşi mateşi takmazlar. Açlık her korkuyu bitirir oğlum”

Gulk (Bizim yutkunma sesimiz)

Korku ve endişe bulutu tekrar dolmuşun tavanına asıldı. Kendiyle barışık cevval arkadaşımız söze devam etti:

“Endişelenme sen abi, biz gerekirse odunla saldırırız hahahhahaha”

Bu kez sadece bir iki kişi gülücüklere eşlik etti. Ben bırakın gülmeyi, gülümsemeye bile niyet etmedim. Usulca o zamanki sevgilim, ilerideki kocam, Vedat’a usulca sokuldum. Elimde odun canavara saldırıken hayal ettim de kendimi daha da bir fena oldum. Bırakın odunla saldırmayı, odunu tutup kurta doğru savuramam bile ben ya . Kafama doğru filan savururum kuvvetle muhtemel, kurttan önce kendime vururum o derece yani. Nasıl sakarım nasıl sakarım anlatamam. Koşşam desen imkansız hayatta koşamam. Jogging yapabilirim ben en fazla, şöyle yavaş yavaş ve tempolu. Ama o olmaz tabii. Tırmanma desen, yani demesen daha iyi. Tamam şimdi hayal ediyorum. Tutuyorum ağacı çekiyorum kendimi yukarı doğru. Oğlum ben küçükken meyve ağacına tırmanan değil aşağıda durup “bana da atın” diyen çocuktum. Hani şu tırmanamayıp aşağıda durup ağlamaklı gözlerle kedi gibi çevik arkadaşlarından meyve isteyen ama hep yere düşüp dağılan ya da çürük çarık meyveleri yiyen zavallı çocuk. Yok tırmanma işi de yattı. Eee hem koşamıyosun hem tırmanamıyosun, sıçtın sen Banu direk sıçtın. Yiyecekler işte seni canavarlar o olacak. Yani kaderinde 19 yaşında kurtlar tarafından parçalanarak ölmek varmış. Allahım herşeyim mi ters olur, bir şeyim de normal olmaz mı ya? Ölümüm bile ters anasını satayım. Kurtlar tarafından parçalanarak can vermek. Yani sormazlar mı adama bu kız Ankara’da oturmuyor muydu? Kurtlar tarafından parçalanarak nasıl ölebilir diye? Ahhhh annem ya. Niye dinlemezsin ki sen anneni? Dediydi kadıncağız, yavrum ne işiniz var ormanda gelin bizim evde çadır kurun dediydi de güldüydük. Niye abi niye olurdu işte bal gibi evde çadır. Yani evde en tehlikeli canavar kardeşim olurdu onu da etkisiz hale getirmenin bir sürü yolu var. Tırmanmadan, koşmadan çözebilirdim herşeyi. Ah salak kafam ahhh.

“Vedat geri dönelim?”

“Nasıl ya nerden çıktı geldik işte yarım saatten az kaldı”

“Korkuyorum ben, bayağı bildiğin korkuyorum. Tamam geleyim de gece burnunuzdan getiririm. Kurt murt bozdu beni”

“Ya Banu saçmalama. Herif dalga geçiyor bizle baksana. Yani salak bir dolmuş şöförüne mi pabuç bırakacağız.”

“Tamam dalga geçiyorsa herif ne ala. Ama ya geçmiyorsa? Ya hakkaten aç kurtlar saldırırsa n’aparız bir düşünsene? Ya bundan saçma bir durum olabilir mi?”

“Kızım valla saçmalıyorsun. Kurtlar öyle şehre mehre inmezler. Ne işleri var insanların yanında ya? Öyle değil mi Soydan söylesene abi”

Soydan bilirkişi.Tek izcimiz. Bu kampı da organize eden şahıs bizzat kendisi. Vedatın kendinden emin sorularına biraz dağılmış bir yüz ifadesiyle cevap verdi. Dur bakayım yüzünde endişe ifadesi mi var? Yok canım olamaz. O değil miydi bize korkunç izcilik hikayeleri anlatan. Güya en son aşamaya gelen izciler kamp alanından oldukça uzak bir bölgede,  elinde sadece bir bıçakla gece yarısı bırakılırlarmış da. Yok efendim onların kamp alanına dönmesi beklenirmiş de. Bu ormanda tek başına kalan şahıs karanlıkta yolunu bulup kamp alanına dönermiş de. İşte orda izciliği tescil edilirmiş de. Daha bir sürü bizi o zaman etkileyen hikaye. Eee ne oldu şimdi o hikayelere? Yüzündeki endişe ifadesi ne?

“Abicim bilmiyorum valla. Ben yıllardır burada kamp yaparım. Gece kurtların sesini duyardık ama şimdiye kadar hiç yanımıza gelmeye cesaret ettiklerini görmedim. Son zamanlar yaşandıysa bu hikayeler bilemeyeceğim. Ama tam da size garantisini de veremedim. Dönelim isterseniz Banu korktuysa”.

Bu cevabın Türkçe meali şöyleydi:

“Şimdiye kadar böyle canavar manavar olayı filan yaşamadık. Ama bu hiç olmayacak anlamına da gelmez. Dönmeyi gururunuza
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”

Cümlelerin Türkçe meali sevgilim dahil, erkek cinsinden tüm arkadaşların beynine zerk edildikten hemen sonra gurur ve ego açıkça devreye girdi.

“Yok abi ne korkması ya. Eğlenmeye gidiyoruz saçmalamayın hiçbirşey olmayacak.”

Kadın cinsinden benim haricimdeki yakın kız arkadaşım Fadik de macera peşinde beyleri destekleyince, ben de endişelerime gem vurmayı başarıp kamp olayına adapte oldum. O yılları bilirsiniz. Boşuna deli kanlı dememişlerdir. Kanınız deli akar. Korku nedir bilmezsiniz. Aslında korkuyu bilirsinizdir de macera yaşama isteği öylesine dayanılmazdır ki, tehlikeli olana, yapılması uygun görülmeyen durumlara kendini aniden bırakmak kaçınılmazdır. Korkunuz sizi engelleyici unsur değil teşvik edici unsurdur. Bir de balık hafızalısınızdır. Yani ben öyleydim şahsen. İki dakika önce basbayağı dönmeyi düşünen, kafasından binbir tilki geçen ben, iki dakika sonra kendimi kafamdaki tilkilerden kurtarıp gerçek hayattaki kurtların kucağına atıyordum. Ve bundan da en ufak bir şüphe duymuyordum. Hepimizin tekrar neşesi yerine gelmişti. Kurt hikayeleri üzerine espiriler patlıyor, kıkırdaşıyorduk. Arada ciddi dolmuş şöförüne bakıyordum.Ama onun bile yüzünden ciddi ifade silinivermişti.

En sonunda yolun başlangıcına vardık. Yolun başlangıcı diyorum çünkü ben hakikaten yürümemiz gereken yolun bu kadar uzun olduğunu tahmin edememiştim. Sırtlarımızdaki sırt çantalarında en çok yeri içki şişeleri kaplıyordu. Varınca bir iki kadeh bişey içmek hakkaten çok rahatlatacaktı zira bu uzun, yorucu ve meşakkatli yolu başka türlü unutamazdık. O dönemde hiç spor yapmayan benim kah nefesim kesiliyor, kah ciğerlerim patlayacak gibi ağrıyordu. Erkekler çevikti, Fadik de fena sayılmazdı ama ben, bayağı zayıf halkaydım. Beni bırakıp gitsinlerdi, yolun yarısında ölecektim zaten. Dönüşte gömerlerdi. Bana saatler gelen, gerçek süresini şimdi hatırlamadığım bir sürenin sonunda bir meydana vardık. Soydan önden “geldik” diye bağırdı. “Oh be oh, şükürler olsun yarabbim vardık. Valla ruhumu teslim edecektim az daha yürüseydik”

 “E bu ne  ki şimdi?”

Konuşan iç sesim. Ya da iç seslerimiz bütünü. Duyamasam da yüzlerdeki hayal kırıklığını görebiliyorum. Geceyi geçireceğimiz yer basbayağı açık alan. Bilmiyorum gözünüzde canlandırabilir misiniz ama kocaman bir duvara monte edilmiş kocaman bir şömine düşünün. Uzun tek bir duvar, şöminenin bulunduğu duvar. Üzerinde bir çatı var ama çatı da yarı kapalı. Çatıyı yüksek kaideler tutuyor. Anlayacağınız kapalı olan tek şey şöminenin duvarı, geri kalan üç tarafımız da boşlukla çevrili. İki tane tahta piknik masası var. Hayal kırıklığımız biraz azalınca hemen piknik masalarını şöminenin önüne taşıyoruz ve yanımızda getirdiğimiz örtülerle renlendiriyoruz. Üzerini çantamızdan çıkan yiyeceklerle öyle bir donatıyoruz ki sanırsınız yılbaşı masası. Ya da bize öyle geliyor bilmiyorum. Masaları kurunca neşemiz tekrar yerine geliyor. Hemen birer bira açıyoruz. Erkekler viski içiyor gerçi. O zaman pek moda viski içmek. Ben asla içemiyorum ama sarhoşluğunun daha farklı olduğunun da farkındayım. Hem içimi ısıtırdı. Keşke bira içmesem aslında. Bu açık alanda tuvalet de yok ki. Gerçi heryer tuvalet bu da bir bakış açısı tabii. Bunları anlatıyorum olaya ne kadar yabancı olduğumuzu anlayabilin diye. Yani doğayla tek yakınlığım apartmanın bahçesindeki ceviz ağacının önünden her sabah geçişimden ibaret!
“Akşam olmadan ateşi yakalım abi. Önce odun toplamak lazım.”
“Kozalak da olur değil mi?” Bunu söyleyen benim. Ne şirinim değil mi? Yardımsever işgüzar insan. Bir yandan da takdir bekliyor.

“Olur tabii hadi dağılalım”

Mümkün mertebe bulunmaya çalışılan kozalak ve kuru dal parçalarıyla ateşi yakmaya çalışıyoruz. Buarada ikinci biralar açılmış. Ateş, sucuk, bira, muhabbet. Genç insan daha ne ister ki? Ama biz istiyoruz. Gece bastırınca macera yaşama isteğimiz artmaya başlıyor. Soydan diyor ki “Hadi abi ormanda yürüyelim biraz”.

“Karanlıkta mı?” diyorum. “Yok ışıkları açarız senin için diyor” şakacı dostlarımızdan biri. Elimize fenerlerimizi alıp yola koyuluyoruz. Hiç yaptınız mı bilmiyorum ama gece ormanda yürümek sado-mazo bir zevk verir. Heryer karanlıktır. Elindeki fener sadece önündeki çok küçük bir alanı aydınlatır. Neyle karşılacağını bilemezsin, hem korku hem merak hissedersiniz. Heran karşına bir hayvan çıkabilir. Bu hayvanlar tabii evde beslediğimiz kaniş köpeğimiz gibi masumane olmayacaktır ama bu heyecan oldukça zevk vericidir. Soydan yol boyu bize vahşi hayvanlar hakkında national geographic belgeselcilerini bile gölgede bırakacak ayrıntılı bilgiler veriyordu. Söyledikleri herşeyi can kulağıyla dinliyordum.

“Valla gençler, ayı çıkarsa karşınıza boku yediniz. Hayvan hem sizin on katınız hızlı koşar, hem süper bir tırmanıcıdır. Hem harika bir yüzücüdür. Karşılaşırsanız yapacak birşey yok yere yatın ve sakince sizin yanınıza gelmesini bekleyin. Yapabiliyorsanız ölü taklidi yapmak da iyi bir fikirdir. Yaban domuzları mesela ormandaki en tehlikeli hayvanlardan biridir. Çok çok hızlı koşar ama ondan kurtulmanın bir yolu var Allahtan. Boynu olmadığından bakış seviyesinin üzerine kafasını kaldırıp bakamaz. Bakış seviyesinden yüksekçe bir taş bulup üzerine çıkar sessizce beklerseniz, sizi göremez ve gider. Ama mazallah yakalarsa işiniz bitik. Çok acılı bir ölüm olur bana inanın. Kurtlarsa....”

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Aa o neydi sesi duydunuz mu?”

“Harbi kurt muydu onlar abi?”

“Yok be kurt murt değildir, köpek filandır”

Herkafadan çıkan bu anlamsız cümleleri, Soydanın bilge kelimeleri bir anda dağıtır.

“Evet kurtlar, söylemiştim size. Sesleri duyulur ama insanların olduğu yerlere gelmezler”

“Eee onlardan nasıl kurtulurmuşuz?”

“Ateşi sevmezler, yanan ateşe yaklaşmazlar işte. Eğer hakikaten yakınınıza gelmişlerse, yanan bir odun alıp üzerlerine doğru savurun. Kaçarlar. Göz teması kurmamaya çalışın”.

“Yok ben göz teması kuracağım, hatta kucağıma alıp severim de yazık ona. Göz teması ne ya? Göz mü kalır karşılaşırsak. Ben direk bayılırım. Abicim aramızda bayılmayacak adam var mı?”.

“Öyle deme insanda müthiş bir hayatta kalma içgüdüsü vardır. Her türlü kötü durumdan kurtulabilmek için savaşır. Bakma çok zor durumda kalsan kurtulmak için aklına öyle numaralar gelir ki sen bile şaşar kalırsın.”

“Valla ben bu yorgunluğun üzerine kurttan murttan kaçamam gelip yerler beni kesin.”

“Yok öyle deme. Kik noktası diye bişey duydunuz mu?”

“Yoo neymiş o?”

“Uzak doğu ülkelerinden birinin öğretisi işte şimdi hangi ülke olduğunu hatırlamıyorum. ‘İnsan’ der inanılmaz bir varlıktır. Diyelim ki 15 km maraton koştunuz, finiş çizgisine de güç bela ulaşmak üzeresiniz. Neredeyse ağlayacaksınız. Ayaklarınız artık sizi taşımıyor, bir adım, sadece bir adım atacak bile gücünüz yok. Bayılmak üzere finiş çizgisini geçip tam devrilecekken arkanızdan azgın bir köpeğin size doğru son sürat koştuğunu görüyorsunuz. Görür görmez de öyle bir hızla koşmaya başlıyorsunuz ki, sanki elli metrede altın madalya için yarışıyorsunuz. İşte hayatta kalmak için vücudunuzun tüm gücünü tekrar toplayıp, ateşlenmiş bir füze gibi aniden harekete geçtiği noktaya kik noktası deniyor. Bu öğreti de kik noktasını normal zamanda da ortaya çıkarabilmek üzerine”

“Vayyy çok acayipmiş ama kesinlikle doğru. Biz Türkler ona göt korkusundan harekete geçmek diyoruz ama kik noktası da olmuş tabii
”.
“Dalga geçme abi valla başına bişey gelirse insan kendini korumak için gereken tüm gücü de kendinde bulur, kurtulmak için garip yollar da”.

“Yok canım ne dalga geçeceğim haklısın tabii”.

“Geldik, işte burası da perili ev.”

“Haydaaa bir de perili ev çıktı başımıza”

“Niye perili ev diyorlarmış ki buraya?”

“Ne bileyim böyle tuhaf hikayeler anlatılırdı zamanında biz ufakken büyük izci abilerimiz tarafından. İşte sahibi burda intihar etmişmiş de. Sonra gelen yeni sahipleri onun acı çığlıklarını duyuyorlamış da. Ev sürekli el değiştiriyormuş kimse bu evi satın almak istemiyormuş. Evi alan şahıs iki sene içerisinde mutlaka ölüyormuş da...”

Garip bir evdi hakkaten. Ormanın ortasına kurulmuştu ama çok uzun zamandır kullanılmadığı belliydi. Yüksek duvarlarla çevriliydi. Bahçesini otlar ve ağaçlar bürümüştü. İçeri girmeye hiçbirimizin götü yemedi tabii, yeniden şöminemize dönmeye karar verdik.  

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Abi bu kurtların sesi daha bir yakından mı geliyor sanki?”

“Yok canım sana öyle geliyor, alakası yok.”

Güle oynaya içilen bir sonraki içkiler, kahkahalar, yanan ateş, tavan yapan keyif...

“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”

“Yok abi bu kurtlar yaklaşıyor sanki, valla ben bir gidip bakayım”.
Aramızda hem şişko hem de  gözlüklü kimse yoktu. Ama gözlüklü biri vardı. Soydan! Zaten tek izci de oydu. Yaklaşan kurt sesleri sinirlerimizi bozmaya başlamıştı ve önce onun gitmesi gerekirdi. Yani bu bir korku filmiyse şişko yoksa yerini gözlüklü alırdı.
Soydan eline izci bıçağını aldı, ki bu bildiğin Rambonun bıçağıydı ve karanlıkta kayboldu. Biz iyice gerilmiştik. Yanına kimsenin gelmesini istemedi. “Ben hallederim merak etmeyin şöyle etrafı bir kolaçan edip döneceğim” derken kendinden oldukça emin görünüyordu ama yine de ormanda öyle yalnız karanlıkta kaybolması hoşumuza gitmemişti. Keyfimiz iyice kaçmıştı. Buarada kurt sesleri iyice yakınlaşmaya başlamıştı. Birden fazla kurt sesi olduğunu ve bize doğru yaklaştıklarını duyuyorduk ama oturup seslerini dinlemekten ve Soydanın sağ salim dönmesini beklemekten başka birşey gelmiyordu elimizden. İyice gerilmiştik. Kurt sesleri yaklaştıkça yaklaşıyordu. Sanki elli yüz metre yakınımızdaydılar. Aniden Soydan’ın sesi gecenin içinde yankılandı.

“Meeeeeeeeeeeeeeeerttttt gellllll, yardım ettttttttttttttttttttttt”

Kurt sesleri sanki Soydanın yanından geliyordu ve çok çok yakınımızdaydılar. Allahım o anı size anlatmamın mümkünatı yok. Kurtlar yakınımızdaydı ve arkadaşımızı parşalamak üzereydi.

“Merttttttttttttttttt imdatttttttttttttttt”

Tabii Mert ve Vedat hemen ellerine birer odun alıp gecenin karanlığına daldılar. Bir de baltamız vardı odun kesmek için. Giderken baktığımda balta da Vedat’ın elindeydi. Biz geride kalanlar, İsmet, Fadik ve ben, sadece sesleri dinliyorduk. Mert ve Vedat “Soydan geliyoruz, bağır yerini bulalım” diye bağırıyorlardı. Onlar “Soydan” diye bağırırken Soydan da “Mert” diye bağırıyordu. Ama sanki artık çok geçti. Parçalama sesi tüm ormanı kaplamıştı. Bayağı bildiğiniz parçalama sesi. Soydanın çığlıkları ve kurtların parçalama sesi. Allahım o çığlıklar ormanda nasıl yankılanıyordu size kelimelerle anlatmam mümkün değil. Soydan ormanda kurtlar tarafından parçalana, Vedatla Mert de onu araya dursun kamerayı bir anlığına biz geride kalanlara çevirelim. Böyle komik bir görüntü dünyada şimdiye dek mevcut olmamıştır. İsmet elinde yanan bir odunla çatıya tırmanmış. Nasıl tırmandığını tam anlayamasak da piknik masasına basarak çıkmış olabileceği aklıma geliyor. İsmetin sanki sesi kesilmiş, maymun gibi çatıya tünemiş öylece bize bakıyor. Ben elime yanan bir odun almışım ama odun sönmüş, piknik masasındayım “beni de yukarı çek İsmettttt” diye bağırıyorum ama kekeleyen İsy

“Be- be- ben ne yapayım kızım, ke-ke-kendin tırman!”. 

Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Böyle bir pozisyonda aklınızdan geçenlere inanamazsınız. Tüm düşünceler adrenalinle birlikte beyninize bir tür sıvı gibi yayılır. Tam bir düşünceye odaklanamazsınız ama yüzlerce düşünceyi aynı anda düşünebilirsiniz. İşte bunlardan bazıları:

“İsmete bak be harbi korkakmış ha bu herif. Erkek adam böyle mi yapar be. Ah ben erkek olacaktım.”

“Soydan öldü. Annesine ne söyleceğiz? Yarın evine mi gidip söyleyeceğiz ki acaba?”

“Yarın evine gidip söylemek mi? Burdan kurtulabilecek miyiz ki?. Kurtlar bizi parçalayacak!”

“İnsan ölürken acı çeker mi ki?. Çeker tabii kızım ıssırıla ıssırıla parçalana parçalana öleceksin!”
“Vedatı mı önce parçalayacaklar. Geri dönebilecekler mi ?”

“Kurtulabilirsem nasıl dönerim ki burdan?

“Buraya kadar gelirlerse önce kimi yerler acaba? Büyük ihtimalle beni. En hantal benim anasını satayım.”

“Bu a..na koduğumun odunu niye söndü ki şimdi. Herkesin ki yanıyor bi benimki niye sönük. Hay Allahım böyle şansın ben ta içine”

“Annemler çok üzülecek ha, yani kurt yemesi olmasaydı trafik kazası filan olsaydı bari daha rahatlatıcı olurdu. Kurt tarafından yenmek direk bok yoluna gitmek oluyor. Hay ben böyle kaderin ya”

Bu ve bunun gibi yüzlerce düşünce ve tırmanma savaşı. Gerçi savaşı kaybetmiş öylece kurtlar tarafından yenilmeyi bekliyordum Vedat  koşarak geri döndü. Öyle dağılmış bir hali vardı ki size anlatamam. Soydan öldü, kurtlar yaklaşıyor, kendimizi korumamız lazım diye çığlıklar atıyordu. Mert ortalarda görünmüyordu. Bu olaylar aslında bir kaç dakika sürdü ama bize saatler gibi geldi. Orada kalp krizi geçirmediysem bir daha da geçirmem sanırım. Vedatın dönmesinden bir iki dakika sonra Soydan, Mert ve yanında daha önce hiç görmediğimiz bir herif şömineli alana gülmekten yuvarlanarak giriş yaptı. Sahne öylece dondu. Ben ve Fadik piknik masasında ağlamaktan ve bağırmaktan gözlerimiz pörtlemiş, Vedatın elinde balta ve sönmüş koca bir odun parçası öylece mal mal bakıyor. “Mal mal” biraz amiyane bir tabir oldu ama o bakışları başka bir betimlemeyle anlatmam mümkün değil maalesef. İsmet deseniz  elinde odunuyla tavana tünemiş maymun gibi öylece duruyor. Yani Vedat gülen o üç şahısa baltayla saldırmadıysa bilin ki aşırı kontrollü kişilik yapısından. Yoksa hakikaten kaldırılacak bir şaka değildi. Ölümle şaka mı olur yahu? Ben gerçekten çok çok kızdığım için yarım saatten önce kendime gelemedim. Masadan indiğimde dizlerim tutmuyordu. Öyle böyle bir korku değildi yaşadığımız. Gerçeği olsa da tıpatıp böyle olacaktı. Ne bir eksik ne bir fazla. Ve olayı yaşarken de bir saniye bile şaka olabileceği aklımın ucundan geçmedi. Biz şaşkınlığımızı üzerimizden atıp, daha insani bir ruh haline gelince şöminenin başına dizildik. Üzerimizde battaniyeler tirtir titriyorduk. Aşırı korku üşüme hissine neden oluyor. Gerçi orman da inanılmaz soğuktu. Ateş sadece birkaç adım ötesini ısıtıyordu. Biz sakinleşince hikayeyi anlattılar. Meğer kampa ilk gelenlere mutlaka benzer bir şaka yapılırmış, kampçılar ilk seferlerinde mutlaka korkutulurlarmış. Soydanla arkadaşları biz daha yola çıkmadan bu planı hazırlamışlar. Mert işin içinde değilmiş ama Soydan’ı aramaya çıktıklarında Soydan onu kenara çekmiş. Korkudan Mert neredeyse bayılacakmış. Ona da anlatmışlar ama Mert korkumuzu gördüğü için daha fazla devam etmek istememiş. Dediğim gibi bu tarz çok korkutma senaryosu hazırlamışlar ama en fena korkan biz olmuşmuşuz. İçeri girdiklerindeki o manzarayı hayatları boyunca unutamayacaklarmış. Allahım ne komikmişiz, kazımışlar o görüntüyü belleklerine. Kahkahalar...

Biz de gülüyorduk aslında. Ne yapalım olan olmuştu “s..lmiş götün davası olmazdı. Madem olan oldu eğlenelim bari” modundaydık. Bunlar günler öncesinden hazırlık yapmışlar. Soydan arkadaşlarına gelişimizi haber vermiş. Bunlar da ormana gizlenmiş bizi bekliyorlarmış.

“Peki dolmuş şöförü?” dedim. “Onu nasıl ayarladınız?”

Ayarlamamışlar ki. O allahın işiymiş. Adam istemeden senaryoya dahil olmuş, bilmeden bizi bu korku filmine hazırlamış. Soydan adam konuşurken gerçekten de çok şaşırmışmış. Benim yüzünde gördüğüm ve endişe sandığım o garip yüz ifadesi meğer yoğun şaşkınlıkmış. Biz yeni içkiler açmış sakinleşmeye çalışıyor bir yandan da aynı olayı sürekli sürekli başka açılardan anlatıp gülüşüyorduk. Sonra Soydan’la Osman, o yeni bebe, bu kez korku hikayeleri anlatmaya başladılar. Şöyle ruhlu, cinli minli olanlardan. Hay Alladım ya bir bu eksikti. Bir cinimiz eksikti zaten şu garip dağ başında. Bıraksınlardı top oynasınlardı bu cinler. Bizden uzak dursunlar yeterdi. Yavaş yavaş gerilmeye, etrafımdaki seslere kulak kesilmeye başladım. Çişim gelmişti ama kıçım o karanlıkta ormana yürümeyi yemiyordu açıkçası. Buarada böyle yakınımdan çıtır çıtır sesler geliyordu. Ne olduğunu sorunca, hayvandır merak etme. Buarada bir sürü ufak tefek hayvan var etrafta. Dağ faresi filandır.

“Hah iyi dedin be güzelim. Benim şu hayatta en çok korktuğum hayvan faredir. Biraz önce kurtlarla savaşacaktık ya güya. İnan bir yanımda kurt bir yanımda fare olsun direk kurtun olduğu tarafa koşarım!”

Fare lafları iyice gerdi mi beni. Buarada cinli ruhlu bir hikaye anlatılyor ki, nasıl korkunç nasıl korkunç anlatamam. Hikayeyi dinlerken çıtırtılar gittikçe artıyor bir yandan da. Hikayenin en can alıcı yerinde :

“Böhhhhhh” diye böğüren bir öküz önümüze doğru atlıyor. Orada attığım çığlığın desibeliyle sanırım cam olsa direk yere indirebilirim. Nasıl bağırıyorum. Herkes ayağa fırladı, Fadik de bağırıyor. O kadar iriteydik ki hem ilk yaşanan olaydan hem sonraki hikayelerden, ben tuttuğum çişimin bir kısmını bırakıverdim. Evet korkudan altına işemek diye birşey varmış. Ve ben birebir yaşayarak tescil ettim. Bu olay da bir iki dakika sürdü ama ben sonrasında hakikaten toparlayamadım. Ve hiç sakinleşemedim. Bir insanın üzerine bu kadar gelinmezdi ama çok çok abartmışlardı. Başlayacaktım izciliklerine de insanlıklarına da.

O bebe de yanımıza oturdu. Kendi hikayesini anlattı. Osmanla bu birlikte gelmişler. Kurt hikayesi tamamlanınca Osmanla ayrılmışlar, bu ikinci korkutma için yanımızdaki yerini almış. Salaklığımıza yandım aslında sonra. Çünkü uluyan kurtlar iki taneydi. Soydanı da güya iki kurt parçalamıştı. Bu kurtlardan diğeri nerede diye sormayarak böylece ikinci tongaya düşmüştük. Az yarım akıllı mı neydik? Ya da bu olay olan az biraz aklımızı da yemişti.
Neyse olan olmuştu. Gecenin sonlarına doğru biz yine yeyip içmeye devam ederken bir ışık hüzmesi tüm ormanı aydınlattı. Kocaman bir UFO tam şöminenin önüne iniverdi. İçinden kocaman mor renkli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, başları kurt vücutları insan bir grup canavar iniverdi dermişim. Hahahahaha yani bu olsa normal kabuledebilir hale gelmiştik anasını satayım o kadar laçka bir haldeydik yani. Ama çok güzeldi, vallahi de billahi de çok güzeldi. Tüm korkulara, adrenaline, zorluklarına, göt korkusuna rağmen yine de çok çok güzeldi. Ama tavsiyem şudur. İleride çocuklarınız:

“Biz kamp yapmaya ormana gidiyoruz, anne baba hoyloyloy” filan gibi cümleler sarfederlerse hemen arabaya attığınız gibi hayvanat bahçesine götürün. Hayvansa hayvan. Ha illa inat ediyorlarsa çarşafları çıkarın sizin salonda kamp kursunlar. Benden söylemesi!
17 Ekim 2012 Çarşamba 0 yorum

Hayatımı Federico Fellini yönetsin isterdim. Lakin benimkini sanki Wim Wenders, Woody Allen, Carlos Saura, Peter Farelly birarada yönetiyolarmış gibi. Biraz karanlık ve tuhaf olaylar, biraz garip ilişkiler, biraz flamenko, biraz komedi...
12 Ekim 2012 Cuma 0 yorum

ÇALIŞAN ANA BABA SÖZLÜĞÜ



Ebe: Kovalayıcı, yakalayıcı
Veyn: Anababa terminolojisinde Zaman
Ebeveyn: Zamanı kovalayan kişi
Haftasonu: Evi toplamak, ütü yapmak, yemek pişirmek, ödev yapmak, bebeleri o sosyal aktiviteden bu spora, o doğumgününden bu eğlenceye taşımak için yapılan sevilmeyen aktiviteler bütünü
Çalışan Ebeveyn: Tüm bu sevilmeyen aktiviteleri yapmak için çırpınan insan üstü varlık
“Evyah Haftasonu!”: “Yaşasın haftasonu!” yerine kullanılan ünlem tümcesi
Kendine ayırılan vakit: Sözlükte bulunamadı
28 Eylül 2012 Cuma 0 yorum

Birçok yasaktan sonra obeziteyle savaş kapsamında lokanta ve pastahanelerde porsiyonların kalori tablosunu yazma zorunluluğu getirilecekmiş. Şimdi Sn. Başbakanımızın hayalindeki prototip aile modelini çiziyorum: Süper zayıf, içki içmek yerine üzüm yiyen, haşa tütün ve keyif verici maddelere ellemeyen, en az üç çocuklu, en bi dindar çekirdek aile. Abicim hiçbi tarafından tuturamıyorum yahu
27 Eylül 2012 Perşembe 0 yorum

ETOBUR


Ben niye celebrity olamıyorum size söyliyim. Çünkü fena halde etoburum. Hayatım Adana kebap, soslu dürüm, mangal! Ne havalı celebrityler gibi vejetarjan olduğumu beyan edebilirim ne de 'ceset yemiyorum' gibi iğneleyici sözler sarfedebilirim. Vejetaryan= Ünlü , Etobur= Ünsüz, Banu= Sert Ünsüz
9 Eylül 2012 Pazar 0 yorum

Herbi yerine ayrı krem sürdüğünden yatmaya karar vermesiyle yatağa girmesi arası yarım saatten fazla süren kadına "35 yaş üstü yaşlanma korkulu kadın" denir. Hatta artık o, küçükken iğrendiği salatalık kremlerini filan neredeyse sevmekte dalga geçtiği Dr. Renaud ya bile saygı duymaktadır. Tamam Dr. Renaud biraz abartı oldu
5 Eylül 2012 Çarşamba 0 yorum


Deyiş ya da Atasözü işte deyip de geçeriz ya biz. Ya da klişe deyip burun kıvırır, kulak tıkarız. Oysaki en klişe laflar en çok gerçeği yansıtan ve en vurucu olanlarıdır. Yalnız o lafın kıymetini, değerini anlamak, içine girmek, sana bişey ifade etmesini sağlamak için sadece o tecrübeyi yaşamış olmak gerekir. Biraz bulmaca gibi konuştum ama asıl ifade etmek istediğim şu. Eğer bir tecrübe özellikle de acı ve benzer bir tecrübe yaşamamışsan o Ata’nın ne demek istediğinden bi sikim anlamazsın. Nasreddin Hoca’nın bir hikayesi vardır benim demek istediklerimi bir çırpıda anlatıveren. Hoca damdan düşer ve koşup yardıma gelenlere “bana hemen damdan düşen birini getirin, benim halimden bir tek o anlar” der. Ben bugün bir idrak yaşıyorum. “Allah acısını unutturmasın” sözünün idrakini. İki ay arayla iki büyük acı yaşayan kuzenime bakıyorum ve bu idraki dibine kadar hissediyorum. Amcamı kaybettiğimizde söylemişlerdi. Şimdi yengem aynı hastalıktan cebelleşirken ve henüz iki ay olmuşken bunu söyleyen Ata karşısında şapka çıkarıyorum ve yumruk yaptığım sağ elimi kalbimin üzerine iki kere vurup ileriye uzatarak “respect” diyorum hiphopçular gibi. Babasının acısı anasının acısı unutturuyor işte. Hala klişe mi o laf? Hiç sanmıyorum, pek de güncel, pek de cuk oturmuş!
Keşke bişeyler biz tam olarak o tecrübeyi yaşamadan idrak boyutuna geçse ya da biz başkalarının tecrübelerinden tam olarak faydalanabilsek. Aslında empati yeteneğimiz az da olsa buna olanak sağlıyor ama yine de tam olarak kendimiz tercübe etmeden bazı şeyleri hiç anlayamıyoruz.
Bugünki felsefi konuşmalarıma sevdiğim ve konuyla bağlantısı olduğunu düşündüğüm  başka bir atasözüyle nokta koymak istiyorum:
“Bir ser encam, bin nasihatten evlâdır” ( Türkçe meali “Önemli bir deneyim, bin öğütten üstündür.”)
RESPECT!!!
2 yorum

OKUL



Bense kızı yine de okula yollayıp, sezgi ve düş gücümün gelişmesi, aşkın ve düşüncemin yaratıcı bi nitelik kazanması için "aylaklık" yapmak istiyorumJ
4 Eylül 2012 Salı 4 yorum
Bazen çizgifilmlerdeki gibi heryer kupkuruyken, sadece benim başıma yağmur yağıyomuş gibi hissediyorum
2 Eylül 2012 Pazar 0 yorum

HAREKET

Hani şöyle tipler vardır ya: Sen kendince ilginç bi hikaye anlatmaya başlarsın. Adam lafını bitirmeni bile beklemiycek belli ki,ha girdi ha girecek lafa heyecanlı, eli ayağı ayrı oynuyo. Tek istediği kendi hikayesini anlatmak. Sen tam son cümlene noktayı koyarsın söylediklerine hiç tepki vermeden direk " o diil de bak şimdi bi keresinde" diye lafa başlayıp kendince kıyak bulduğu hikayeyi sana ENJEKTE etmeye çalışır. İşte ben o tiplere ayak parmaklarımla hareket çekip kendi kendime eğleniyorum. O da kendi hikayesiyle eğlendiğimi sanıyor. Ayakkabı olmasa daha kolay olurdu tabii
25 Temmuz 2012 Çarşamba 0 yorum

"Herkim ki o kadın denize gitmeye karar verir, işte o gün kutsal adet kanıyla şereflendirilecektir". Kadının kutsal el kitabı 15. ayet
Bi kere de böyle olmasın ya, bi kere de bu döngüye denk gelmeyim. Nasıl bir şanstır anlamadım ki??
18 Temmuz 2012 Çarşamba 0 yorum
Bugün kebapçıda, yan masamda önce lahmacunu lüpletip üstüne de bibuçuk beyti sarmayı mideye indiren ablaya iğrenmeyle karışık küçümseyen gözlerle bakarken; 2 acılı lahmacunumu bekliyor bi yandan da ikram edilen içli köfteyi hüpletip, bi tabak irmik helvasını şiddetle kaşıklıyordum. Kendisi de bana aynı hakir gözlerle karşılık vermekte gecikmedi. O an ben anladım karma diye bişey var yani. Şşşş geçti şşş
0 yorum
Peki 'one Nike stand' nedir?? Nasırımı acıtan Nike'lerim yüzünden yürüyüş bandından indikten sonraki tek ayak üzerindeki duruşum...'One night stand' ruha 'one Nike stand' vücuda zarar vesselam...
31 Mayıs 2012 Perşembe 2 yorum

YAĞMUR MURFYSİ

"Herkimki o kadın saçını fönletip, açık topuklu ayakkabı giyecek, işte o gün yağmurla rahmetlendirilecektir" Kadının kutsal el kitabı, 13. ayet.
Diğer ayetleri henüz oluşturmadım, vahiy bekliyorum. Direk 13 den girdim ben
22 Mayıs 2012 Salı 6 yorum
Vücudumuz aynı anda Adrenalin, Dopamin, Serotonin, Oxytocin ve Vasopressin hormonlarını salgılarsa bir ayıya bile aşık olabilirmişiz! Öküzleri sevmemizi de hayatımızın bir döneminde budist olmamıza bağlayan bazı ciddi kaynaklar vardı zamanında. Demekki neymiş hormonlar ve uzakdoğu dinleri kadını Zoofili (hayvanlara ilgi duyma hali) yaparmış! Hala hormon hapları, meditasyon ve pembe aura diye çırpının siz...
9 Mayıs 2012 Çarşamba 2 yorum

AŞK HİPERMETROBU


Tıbbi olmayan tanımıyla yakını görememe hastalığına hipermetropi ve gözünde böyle bir kusuru olan kişiye de hipermetrop denir. Ben de sanırım özel öğrenme güçlüğü var. Sağımı solumu bir türlü öğrenemediğim gibi bu “miyop” hipermetrop” ayırımına da kafam basmıyor maalesef. Nedense yakını görememe durumuna beynim “miyop” tanımını daha çok yakıştırıyor, az daha hikayenin adını “aşk miyobu” koyacaktım da, ne çok kafa karışıklığına neden olacaktı maazallah. Allahtan Hz. Google’a danıştım da şıp diye hem tıbbi hem de tıbbi olmayan bir tanı sundu önüme. Tıbbi tanı hikayeyi zorlar, siz okuyucuları kasar diye böyle basit bir tanı buldum. Tamam itiraf ediyorum tıbbi tanı sizi değil asıl beni zorlayacaktı.  Retina, kornea, diverjan falan filan gibi kelimeler geçecekti içinde ve ben yazmakta bile zorlanacaktım, bırakın açıklama yapmayı. Öyle işte yani, hipermetrop yakını görememe hali, siz de öğrendiğinize göre hikayeme dönüyorum.

Mekan Ankara Mezzaluna. Karşımdaki 50’li yaşlarda beyaz, erkek.” Hoop kızım, bu nasıl tanım, Amerika’da mıyız?” demeyin duyuyorum. Valla Amerika içimizde; özentilikten her iki kelimemizin biri ve hatta tüm tabelalar ingilizceyken böyle replikleri duymak sizi yadırgatmasın. Geçen gün, Karadenizli olduğunu tahmin ettiğim bir arkadaşıma sanki çok doğalmış gibi “sen kuzeyliydin di mi?” diye sordum. Evet kuzeyliyim ve üç blok ötede oturuyorum” dedi hazırcevap insan dalga geçerekJ Yine konudan uzaklaştım, kelimelerimden hızlı çalışan beynime yetişemiyorum bazen. Neyse karşımda oturan iş arkadaşımın bana yemek sözü vardı. Mezzaluna’yı seçtik beraberce. Zira italyan yemekleri kendimden geçiriyor beni, burası da hakkını veriyor doğrusu ancak çok pahalı. Arkadaşımın ısmarlayacağını bilmenin rahatlığıyla daha menüye bakmadan risotto ısmarlıyorum. Hem de deniz ürünlü. Bak şimdi yazarken bile ağzım sulandı. Yemekler gelmeden önce zeytinyağı ve harika bir ekmek geliyor. Ekmeği zeytinyağına banarken hayat daha bir tozpembe görünüyor. Konu konuyu açıyor ve büyük ihtimalle bu tozpembeliğin etkisiyle aşktan bahsediyor buluyoruz kendimizi. “Aşk” deyince yüzü aydınlanıyor sanki arkadaşımın. Evli ve iki çocuklu olduğu için “aşk” lafı onun ağzından dökülünce biraz garipsiyorum nedense. Sanki evli insanlar hiç aşk yaşamazlar gibi, “anne babalar sevişmez” yargısının başka bir versiyonu sanırım bu.

 “Ah” diyor “ah aşk gibisi var mı?. Ben az daha harika birşey yaşamaktan kendimi alıkoyacaktım gözümün önündekini görememek yüzünden!”

“Ne oldu ki?” diye soruyorum ağzıma koca bir lokma zeytinyağına bulanmış ekmek atarken.

Başlıyor anlatmaya. Bense onun gözlerindeki bir parlayıp bir sönen ışığa odaklanıyorum.

Üniversite yıllarıymış. Okulun havalı kızlarından birine platonik olarak fena halde tutulmuşmuş. Kızın bir de sevgilisi varmış ki akıllara zarar. Habire kavga ederlermiş arkadaşımın önünde. Arkadaşım tam kıza açılacakken bir kavga patlak verirmiş, arkadaşım doğru zaman olmadığını düşünüp açılmaktan vazgeçermiş. Aşıkmış ve kavuşamıyormuş ama kendine hayatı zehir edecek kadar da ahmak değilmiş. Bir yandan okul bir yandan koro çalışmaları tüm vaktini alıyormuş. Koroya birllikte katıldığı yakın bir kız arkadaşı varmış. Bir başka çocuk, benim arkadaşım ve bu yakın kız arkadaş hep beraber gezer, tüm vakitlerini beraber geçirirlermiş. Bir gün arkadaşımın bekar evinde yine toplaşmışlar, söyleyecekleri bir şarkı üzerine konuşuyorlarmış. Diğer çocuk işi olduğu için ayrılmak zorunda kalmış. Benim arkadaşımla, kızcağız yalnız kalmışlar. Hararetli bir konuşmanın ardından bir sessizlik olmuş. Kızcağız arkadaşımın gözlerinin içine derin derin bakarak “ben senden çok hoşlanıyorum” demiş. Arkadaşım bu karşısında oturan, 84 kg luk kızcağıza şöyle bir bakmış. O ana kadar ona hiç, bir kadına bakarmış gibi bakmadığını farketmiş. Fakat düşünmüş. Bunca zaman okuldaki havalı kızdan hoşlanmış da ne olmuşmuş. Kendisinin varlığının farkında bile değilmiş. Ama karşısında oturan kafaca çok anlaştığı bu hatun ona aşkını itiraf ediyormuş, denese ne çıkar diye geçirmiş aklından.

“O ana kadar yemin ederim bir kerecik bile aklımdan geçmemişti ama sadece ilişkiye bir şans vermek istedim. Büyük bir riskti aslında ve eğer olmasaydı o zaman da çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybedecektim. “ diyor pizzasından koca bir dilim ağzına atarken. Gözüm kalarak sözlerini başımla onaylıyorum.

“Aşkını itiraf ettikten sonra eğilip beni öptü. Ve ben o ana kadar hiç yaşamadığım bir duygu tecrübe ettim. Tüm bedenim sarsılıyormuş, sanki etrafımızda havai fişekler atılyormuş gibiydi. Kelimelerle ifade edildiğinde anlamını yitirdiğini biliyorum ama inan Banu o sarsılma anını ifade edebilecek bir cümle kuramıyorum.”

Dinlerken tüylerim diken diken oldu, elektrik çarpılmasına benzer bir his olmalıydı ve ben böyle bir his yaşamamıştım daha önce.

Sadece yemek yemek, okula gitmek ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için çıkıyorlarmış odadan. Yalnız sevmek ve dokunmak varmış. Bu sevişgen durum bir seneden fazla sürmüş.
Biraz kıskançlıkla sözünü kesiyorum, zira bu harika şeylerin bir sonu olmalı. Hiçbir mutluluk sonsuza dek süremez!

“E peki ne oldu sonunda?”

“Beni Ahmet denen bir herif yüzünden terketti”.

Doğrusu bir ayrılık bekliyordum da böyle alçakca bir davranış beklemiyordum açıkçası. Ve bir kadın olarak, 84 kg lik hiç de güzel standartlarına uymayan bu kadının nasıl da erkekler tarafından bu denli beğenildiğine akıl sır erdiremedim.

Arkadaşım terkedildikten sonra kendini eve hapsetmiş. Yemeden içmeden kesilmiş, tüm dünyayla bağlantılarını koparmış. Ve hergün bıkmadan usanmadan hayatının aşkının geri dönmesini beklemiş. Dönmüş de sevdiceği, tam da arkadaşım evinde aylar aylar sonra bir kız arkadaşını ağırlarken. Hayat bu ya, beklediğniz gelmez gelmez tam da sizin için uygunsuz bir zamanda ortaya çıkıverir. Arkadaşım karşısında aşkını görünce dili tutulmuş, konuşamaz olmuş . Kadınsa edepsizce içerideki kadını kastederek bağırmaya, hesap sormaya kalkmış. Arkadaşım sakince, seni böyle hatırlamayım diyerek,  kadını oradan uzaklaştırmış ve o gün birbirlerini son görüşleri olmuş.”

Dinlerken fena oldum. Dinlediğim bu aşk karşısında karışık duygular hissediyordum. Hem saygı duyuyor, hem kıskançlık hissediyor hem de şaşkınlığımı gizleyemiyordum.

“Peki” dedim “sonunda bunca acı tecrübe yaşamışsınız. Hiç tanışmamış olmayı diler miydiniz?”

“Asla” dedi kendinden çok emin. Yaşadığım o kötü tecrübeye kadar hissettiğim mutluluğu birdaha hiç yaşamadım ve bunları yaşayamadan ölebilirdim de, nitekim dünyadaki milyonlarca insan hiç tecrübe etmeden göçüp gidiyor bu hayattan. Sonunda kötü şeyler yaşayabileceğini düşündüğün için kendini güzel şeylerden mahrum bırakmak delilik olur!”

“Ve sana bişey söyleyim mi Banu” diye sözlerine devam etti. “Bazen insan tam burnunun ucundakini göremiyor. Sana en büyük tavsiyem etrafına iyi bakman ve gerekiyorsa bir gözlük takman zira aşk hipermetrobu olabilirsin!”
0 yorum

MOSKOVA

16-20 Mayıs tarihleri arasında Moskova'da olacağım. ne yenir, ne içilir, nereye gidilir? Önerisi olan var mı ki???
7 Mayıs 2012 Pazartesi 0 yorum

BÖYLE HAVALAR

Benim böyle yağmurlu havalarda hayalim; güzel bir romantik komedi izlerken elime kakaolu süt alıp ( nedense), battaniyenin altın da mutluluktan overdose olmaktır. Şuan tüm taramalarıma rağmen romantik komedi filan bulamadım tv de, derinle Sünger Bob izlememek için savaşıyoruz. Elimdeki kakaolu süt midemi bulandırdı ve battaniyenin altında bunalıyorum. "Hayal hayalken güzeldir!" , yoksa "çiçek dalında güzeldir " miydi o? Herneyse...
1 Mayıs 2012 Salı 2 yorum

İSTATİSTİKLER

Twitterda takip ettiğim "Hergün 1 yeni bilgi"ye göre, kadınlar erkeklere göre 2 kat daha fazla iştaha, 4 kat daha fazla cinsel tutkuya, 8 kat daha fazla zekaya sahiplermiş. Bu durum kadınların erkeklere oranla neden daha şişko olduğunu açıklıyo da, tecavüzcülerin ve bilimadamlarının neden erkek olduğu konusunda bir açıklama bekliyorum.
30 Nisan 2012 Pazartesi 4 yorum

ARAP KIZI



“Yağmur yağıyor, seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor”

Hemen hemen tüm çocukların bildiği bu şarkı, ne kadar da masum gibi görünüyor değil mi?  Öyle değil işte! Irkçı, şövenist bi tekerleme o. Esmer, koyu tenli çocukları üzmek için üretilmiş. Hayır, hiç de abartmıyorum, kreş günlerimi mahvetti o dandik şarkı. Hemen zihinlerden silinsin istiyorum, karadeliğe gönderilsin sonsuza dek, tek bir çocuk bile hatırlamayıncaya kadar!

Çocuklar, özellikle kreş ve ilkokul çağındaki çocuklar, çok acımasızdır bilirsiniz. Ya isminizle, ya gözlüklerinizle, ya göbeğinizle dalga geçer dururlar. Ama özellikle bir çocuğun bunu çok önemsediğini ve üzüldüğünü farkederlerse vay haline. Artık tüm ders yılı boyunca onunla uğraşıp, ağlatana kadar rahat bırakmazlar. Nerden mi biliyorum? Tombul, esmer, koyu tenli, hassas, söylenenleri çok önemseyen çocuk; o benim işte!

Kreş dönemindeyim, işte hangi yaş aralığına tekabül ediyorsa. Sınıftayız, öğretmen boyama yaptırıyor. Dışarıda şiddetli bir yağmur başlıyor. Öğretmen “hadi” diyor “ ‘yağmur yağıyor’ şarkısını hep birlikte söyleyelim” Şarkıyı ben de büyük bir hevesle el çırpmak suretiyle söylüyorum. O an işte o an fırlama çocuğun tekinin aklına şarkıyı şöyle modiye etmek geliyor:

“Yağmur yağıyor, seller akıyor
Banu kızı camdan bakıyor”

Al işte bittiğimin resmidir! Tüm sınıf önce bir duraksıyor, sonra hepbir ağızdan gülmeye başlıyor.  Benim gülmediğim zamanlarda gülen insanların bu kadar rahatsız edici ve gürültücü olduklarını bilmiyordum. Allahım o gülme süreci ne kadar uzun geliyor. Öğretmen susturana kadar devam ediyor alçaklar. Ben o kadar üzülüyorum ki ağlamaya başlıyorum. Üzüldüğümü farkettiklerinde ise ellerine daha büyük bir koz veriyorum. O günden sonra beni Arap kızı diye çağıracaklar.

Hemen akşama eve koşuyorum. Tek istediğim sarışın olmak bunun bir yolu olmalı. Bilge annem konuya hemen açıklık getiriyor:

“Evet bir yolu var” diyor, “her sabah yumurta yiyeceksin ama her sabah aksatmadan. Aksatırsan süreç yarım kalır” .

“Ne süreci?” diyorum.

“Yumurtayı yedikçe, yavaş yavaş saçların sararacak, gözlerin mavileşecek. Yavaş yavaş olacak bu değişim ama bir gün bile aksatırsan duraksar!”.

Nasıl mı inanıyorum hemen bilge anneme? Öyle kolay teslim olmuyorum tabii. Bir süre düşünüyorum. Hemmen saksıyı çalıştırıyorum.

“İstediğim nedir? Saçların sararması, gözlerin mavileşmesi. Hmm evet saçlar sararmalı, e yumurtanın içi de sarı. Yumurtanın sarısı saçlarımı sarıya boyuyor olmalı. Evet gayet mantıklı. “Peki gözler?” “E onun da çaresine yumurta baksın artık, benden bu kadar!”

Tahmin ettiğiniz üzere her Allahın günü yumurta yiyorum ve her sabah anneme soruyorum .

“Anne, saçlarım sararıyor mu? Gözlerim peki, mavi mi değil mi?”

Hınzır annem hemen cevaplıyor sorumu:

“Evet bak yer yer mavileşmeye başlamış gözler. Bir aynaya bak istersen. Saçlar daha tam sararmamış biraz zaman lazım.”

Koşuyorum bakıyorum aynaya. Saçlarım hakkaten sararmış yer yer,  gözlerimin yarısı mavi yarısı kahverengi. Hahahaha öyle olsa ne süper olurdu di mi, siz de okurken dumur olurdunuz. Hiç beklemiyosunuz ya böyle bi son. Ama ben bekliyorum, hergün aynı soruları sormaya aynı şekilde aynaya koşmaya devam ediyorum ta ki okulda bu aptal ritüelimi bir çocuğa haykırıncaya kadar. Düdük bebe yine beni “Arap kızı” diye çağırıyor. Kendimden emin yüksek sesle:

“Görürsün sen, ben hergün yumurta yiyorum” diyorum. “Yakında sarışın olacağım, gözlerim de mavi!”

Çocuk önce bir süre bakıyor bana sonra da basıyor kahkahayı.
“Banu yumurta yediğinde sarışın olacağına inanıyomuş hahahaha”. Niye? Sen hala Noel Baba’ya inanıyosun ama yavşak!.
Bişey diyemiyorum tabii, hemen ve yeniden ağlamaya başlıyorum. Bu kez hem Arap kızıyım hem de safım. Alçak anne!
Eninde sonunda anaokulundan bir şekilde memnuniyetsiz olduğum meziyetlerimle mezun oluyorum. İlkokulda herşey farklı olacak. Yeni bir sayfa açacağım. Buarada anneme de çok kızgınım beni fena halde tongaya düşürdüğü için. O günden sonra yumurta yerken arıza çıkarıyorum hep.

İlkokulda herşey süt liman gibi. Sınıfta iki gözlüklü, bir şişko, bir sınıfta kalmış çocuk var. Onlarla uğraşmak daha zevkli, oh çok şükür kimsenin dikkatini çekmiyorum. Hatta ikinci sınıfa kadar sakinlik devam ediyor. Ta ki birgün sınıfın fırlama çocuklarından biriyle aramızda şöyle bir diyalog geçinceye kadar:

Fırlama Çocuk: “ Yarın okullar tatil mi olacakmış?”

Ben: “Evet öğretmen söyledi”

Fırlama Çocuk:” Ne zaman söyledi”

Ben: “Dün”

Fırlama Çocuk: “E ben niye duymadım”

Ben: “ Valla, yalan söylüyosam Arap olayım”.

O an tahmin edeceğiniz gibi zaman duruyor. Kelimeler ağzımdan döküldükten sonra neler olabileceğini farkediyorum ama ok yaydan çıkıyor bi kere. Ama ne yapayım ya, o zamanlar çok moda herkes yemin etmek için bu söylemi kullanıyor. Ahhhh kendi ellerimle kendimi tongaya düşürüyorum ve fırlama çocuk fırsatı hiç kaçırmıyor.
“E öylesin zaten, Arap Arap Arap....”

Sonrasında ilkokul hayatımın bir dönemi kendimi hoooppppp alay edilen bebelerin arasında buluyorum.

Şuan en sevdiğim fiziksel özelliğim ten rengim aslına bakarsanız. Ama o zamanki halim hakkaten içler acısıydı. Hadi ben ten rengimden dolayı alay konusu oldum zamanında, bir de çocuklarının alay konusu olması için yardımcı olan ana babalar var çocuklarına. Şimdi bir bakalım siz ana baba olarak çocuğunuza alay konusu olması için nasıl yardımcı olabilirsiniz:

1.       Çocuğunuzun adını Berrak, Başak, Okşan falan filan gibi cinsel çağrışım yapacak isimlerden koymak istiyosunuz. Ya da kendinizce  Şehriye PİLAV, Satılmış PORTAKAL falan filan gibi insana restorandaymış hissi verecek isim soyad birleşimi buldunuz. Belki de mizah duygunuz çok gelişkin ve soyadlarınız öyle müsait ki Arife Tarif, Metin Yazar, Kaya Bilir, Yalınay Ak gibi gayet eğlenceli ad soyad birleşimleri yaratabiliyorsunuz. Ne diyebilirim ki çok yaratıcısınız, devam edin!

2.       Tombalak bir yavrunuz var: Habire yedirmeye devam ediyorsunuz, diyetisyen, spor falan filan zaman ve para kaybı. Bari buzdolabına kilit vursanız, ya da çocuğunuzun ayak bileğine! O da yok. İyi o zaman yavrunuz, dörtgözü sollayıp çoktan birinci sıradan alay listesine girdi bile!

3.       Çocuğunuz gözlüklü: Ama siz lens almamakta direniyosunuz. Çizdirmiyorsunuz da gözünü zira henüz bu yeni sisteme güvenmiyorsunuz. Bari bir iki havalı gözlük alın zavallıya, yumruk yiyince yamulmayanlardan.

4.       Evladınız hem tombul, hem de gözlüklü: Oyyyy en bi fena karışım. Gerçi bana düşmez ama bence onu okula göndermekten vazgeçin, paraya kıyın evde eğitilsin o.

5.       Etnik kimliği diğerlerinden farklı: Aslında evlenmiyeydiniz iyiydi de madem evlendiniz, o yavruyu da dünyaya getirdiniz o zaman isminden belli olmasın bari etnik kimliği, belki yırtar!

Sizin gibi düşünen ana babalar az değil çok şükür. Her sınıfta birkaç adet alay konusu çocuk oluyor. Peki bu zavallı çocuklara ne mi oluyor sonra? E büyüyolar. Sizi sinir eden işkolik patronunuz, sizi sınıfta bırakan kızkurusu ingilizce hocanız, ne yapsanız da yaranamadığınız evsahibiniz, gıcık ve meraklı komşunuz  filan hep bu çocukların büyümüş hali işte. Valla! Yalan söylüyorsam Arap olayımJ
 
;