Tarafımdan
yapılmış hiçbişeye dayanmayan araştırmalara göre Türk halkının yeni yıla bu
denli ruhsuz girmesinin sebebi, geceyarısı çıkan dansözden buyana kendini
heyecanlandıracak daha absürd bir olay daha bulamamasıdır! Benim önerim saat
tam 12'de Mayaların kıyametini kopartmak olabilir ama o bile 80 lerdeki
memelerini sallayıp göbeğini titreten Nesrin Topkapı'dan daha heyecan verici
olamaz. Yazık...
Günümün duası:
- Kuaförümün saçımın doğal rengini beğendiği
gerekçesiyle çıkan beyazlarımı TEK TEK boyaması mı?
- Ocak başına kadar 58 kiloya (şuan 62 yim)
ineceğime dair iş arkadaşlarımın birisiyle 200 diğeriyle 500 TL’sine iddaya
girmem mi?
- 500 TL sine iddaya girdiğim arkadaşımın başka bir
arkadaşla, bana zararlı şeyler yedirip şişmanlatması karşılığında benden
alacağı parayı kırışmak için yaptıkları gizli anlaşmayı keşfetmem mi?
- MR a girerken korkup ağladığım dan çalışanlardan
biri olan Fatma teyzeyi elimi tutması için çağıran görüntümele merkezinin Fatma
teyzeyi diğer işlerinin yanında bu iş için de istihdam ettiğini öğrenmem mi?
- “Anne benim çocuğum olsa onu da sever misin?” diye
soran kızıma “Of hem nasıl, deliririm” diye cevap verince, kızımın “ama onu
daha çok seversin kesin” diyerek tam 20 dakika ağlaması mı?
daha komik ve absürd bilemiyorum ama sevgili Allahım
bana tüm bu delilikleri görebilme yetisi vererek hayatımı daha neşeli ve
yaşanabilir kıldığın için sana binlerce şükürler olsun. Amin.
Önce kocaman açıldılar, sonra şaşkınlıkla
birbirlerine doğru devrildiler, sonra kısılıp yaşlarla doldular. Ama ağlamaktan
değil gülmekten. Ne mi bunlar? Göz göz. İkisi Vedat’a ikisi kardeşim Dido’ya
ait. Benim bakışlarım ise şaşkın değil. Üzgün ve sinirli. Tamam biraz bön
bön de bakıyor olabilirim, içinde çokça
da “Ben size söylemiştim !” var. Aslında böğürerek ağlamak istiyorum. Ya Allah
aşına siz söyleyin:
“Düşerim ben burdan yapmayın etmeyin ben çıkmayım
üst kata siz beni dönüşte alırsınız “ dese zavallı bir ölümlü, siz onu yine de
zorla üst kata çıkarmak için zorlar hatta arkasından itekler misiniz?.Hele ki
bu kadar sakar olduğuma eminseniz bu kız kesin burdan yuvarlanır deyip
engellemeye bile çalışmaz mısınız? Sizin gibi duyarlı insanlar engeller tabii
ama benim ısrarcı kocam ve pek bilmiş kardeşim ikinci kata sorunsuzca
çıkabileceğime inandırmışlar kendilerini bir kere.
“Ne mi bu ikinci kat?”
Dandik bir yazlık diskonun asma katı. Şöyle “John
Malkovich Olmak” filmindeki gibi 7 buçukuncu katı olan havalı bir gece
klübünden filan bahsetmek isterdim ama bu disko bildiğin zemin katını en fazla
10 merdivenle sevimsiz asma katına bağlayan sıradan bir yazlık disko. Diskonun
sahibi akıllı abiler, merdivenlerin üzerine cayır cayır yanan etrafa
kıvılcımlar saçan sevimsiz bir yer fişeği koymanın pek havalı diskolarına daha
da bir ayrı hava katacağına karar vermiş olacaklar ki merdivenlerin ortasına
dikmişler o ucube şeyi. Abicim fişek dediğin pastada olur. Yok, pastadakinin
adı maytap mıydı? Herneyse! Ya da havaisi olur bu meretlerin, böyle havaya
filan fırlatırsın patlar, neşelendirir seni. Yer fişeği ne ya yer fişeği ne?
Neyse koymuşlar bunlar merdivenlerin tam ortasına
fişeği. İnsanlar ellerinde içkiler olmasına rağmen hoyloyloy şeklinde neşe
içerisinde geçiyorlar fişeğin yanından, ulaşıyorlar asma kata. Ben hariç bir ben
ulaşamıyorum. Yani ulaşıyorum da ulaştığımda artık aynı kişi değilim. Şöyle ki:
Bardan elimize birer 50 lik Efes alıp asma katın
yolunu tutuyoruz. Neymiş efendim bu kattan sıkılmışlarmış. Evet çünkü asma
katta kuş konduruyorlar zemin kattan farklı olarak. Neyse fişeğin önüne
geliyoruz. Siz çıkın fişek alevlerini saçmayı bitirdiğinde ben de arkanızdan
gelirim diyorum. Fakat kabul etmiyorlar. Israrla reddediyorum merdivenlerden
tırmanmayı. Ama bir şekilde ikna ediyorlar beni. Yani aslında iknadan çok
tehdit ediyorlar alçaklar. Önce Dido salına salına merdivenlerin yolunu tutuyor
ve kuğu misali fişeğin yanından süzülüp tehlikesiz olan üçüncü merdivene
ulaşıyor. Vedat önümeden geçerken başıyla beni takip et mesajı veriyor. O da
sakince üçüncü merdivene sağ salim ulaşıyor. Bana o an bir güven geliyor
yapabileceğime dair. Bir tür his bu. İçimdeki bu hisse göre hızlı davranırsam
bir an önce güvenli merdiven numara üçe ulaşırım. Birinci adımım hızlı ama yine
de merdivene sağlamca basıyor, ikinci adımım daha da hızlı ancak ayağımın
yarısı merdivende yarısı havada. Üçüncü adımsa merdiven boşluğuna takılıp fena halde
tökezliyor. Bu tökezleme sendelememe ve dengemi kaybetmeme yol açıyor doğal
olarak. E dengem kaybolunca da düşmemek için beton trabzana tutunmaya
çalışıyorum. Aslında benimki tutunma çabasından çok sarılma ya da kucaklama
çabası. Trabzanları kucaklardım kucaklamasına da elimdeki 50 lik
Efes buna müsaade etmiyor. Yavaşlatılmış görüntü aşağı yukarı şöyle.
Tökezliyorum, trabzanlara doğru bir hamle yapıyorum. Elimdeki bira bardağının
kalın tabanı beton trabzana vuruyor. Bu vuruş dengemi yeniden kazanmamı
sağlıyor ancak bardağın içindeki biranın tamamı çarpmanın etkisiyle bir kütle
misali havalanıyor ve tahmin ettiğiniz üzere başımdan aşağıya boşalıyor. Bu
olay saniyeler içerisinde gerçekleşti elbet ancak ister inanın ister inanmayın
biramın havalanışını, havada kütle halinde toplanışını ve başımdan aşağı boca
oluşunu filan hep seyrettim ben. Lakin kaçamadım. Vedat ve Dido arkalarına
döndüklerinde yerde değildim. Tehlikesiz merdiven üçteydim, ayakta!. Beni öyle
ıslak balık gibi ayakta bön bön bakarken gördüklerinde hikayenin başında
anlattığım gibi birbirlerine baktılar önce ve sonra bastılar kahkahayı. Ama
resmen krize girdiler öyle böyle değil. Bir de onlar değil elbet etraftaki
herkes basbayağı koyvermişti deli gibi gülüyordu. Ama ben de olsam ben de
gülerdim. Yarım litre bira saçlarımdan süzülüp, makyajımın bir kısmını götürmek
suretiyle elbisemden aşağı şelale misali süzülüyordu. Ve ben salak salak etrafa
bakıyordum öylece. Hay Allahım ya ne geceydi. Yürüyen bira fıçısı gibiydim.
Kokulu ve ıslakJ
Sonra mı ne oldu? İnandılar bana. Bir daha sakarlık
yapmayacağıma değil tabii ki, sakarlık yaparım dersem yapacağıma! Bu da
birşey...
Şehir: Ankara
Mekan: Dolmuş
Dolmuşun üzerinde
bulunduğu yol: Kızılcahamam – Kösyayla Yolu
Mevsim: Bahar
Oyuncular: Baharda
Kösyayla’da kamp yapmanın harika olacağı zırvasına inanan 19- 21 yaşları
arasında ikisi kadın 6 salak (pardon biri pek salak sayılmaz, izci o)
Veeeee motor!!!
“Gençler nereye böyle
toplaşmışınız?”
“Kösyaylaya gidiyoruz
abi”
“Ne işiniz var
Kösyayla’da, piknik mi yapacağnız?”
“Yok abi, kamp
kuracağız”
Sessizlik.
Dolmuştaki tüm diğer
yolcular inmiş bir tek biz kalmışız. Dolmuşçu abi muhabbet koymak istemişti
anlaşılan ama kamp kuracağımız fikri onu bir şekilde rahatsız etmişti. Uzun
süren bir sessizlikten sonra aynasını bizi görecek şekilde düzeltti. Biz de
aynadan yüzünü ziyadesiyle görüyorduk buarada. Kaşının birini havaya
kaldırarak:
“Deli misiniz oğlum
siz? Ne kampıymış? Canavarlar var orada, gece yemek bulmaya köylere inerler.
Parçalarlar sizi valla”
O an ki yüz ifademizi
hakikaten fotoğraflayıp yatak odama asmak isterdim. Gerçekten, böylece her
sabah gülümseyerek uyanırdım emin olun . O kadar komik ve sevimli görünüyorduk
ki anlatamam size. O aklı başında, ne yaptığını biliyormuş gibi görünen,
büyümüş de küçülmüş üniversite öğrencileri gitmiş yerine birbirine sorgulayan
gözlerle bakan 6 şaşkın tavuk gelmişti. Aramızdan nispeten akıllı görünenlerden
biri cesurca o elzem soruyu yutkunarak sordu:
“Abi canavar dediğin ne
ki?”
“Kurt kurt. İnsanların
olduğu yerlere inerler geceleri. Çok hikaye yaşandı zamanında. Yemek
bulamayınca bir sürü insanı parçaladılar”
“Haydaaaaaaaa, daha
bismillah yola çıktık. Ne canavarı ya ne canavarı? Kurt ne kurt? Biz hoyloyloy
diye eğlenecek, yiyip içip dağıtacaktık.”
Dolmuştaki korku ve
endişe bulutu böyle üzerimizde asılı kaldı. Şakacı dostlarımızdan biri:
“Hahahahaha abi sen
merak etme, geleceği varsa göreceği de var. Biz önce saldırırız, önce saldıran
taraf kazanır. Ateşten korkmuyor muydu bu meretler? Biz de tüm gece ateşi yanık
tutarız”
Birden korku ve endişe
bulutu dağıldı, herkes gülümsemeye başladı.
“Yok ateşten korkarlar
da , çok aç olurlarsa ateşi mateşi takmazlar. Açlık her korkuyu bitirir oğlum”
Gulk (Bizim yutkunma
sesimiz)
Korku ve endişe bulutu
tekrar dolmuşun tavanına asıldı. Kendiyle barışık cevval arkadaşımız söze devam
etti:
“Endişelenme sen abi,
biz gerekirse odunla saldırırız hahahhahaha”
Bu kez sadece bir iki
kişi gülücüklere eşlik etti. Ben bırakın gülmeyi, gülümsemeye bile niyet
etmedim. Usulca o zamanki sevgilim, ilerideki kocam, Vedat’a usulca sokuldum.
Elimde odun canavara saldırıken hayal ettim de kendimi daha da bir fena oldum.
Bırakın odunla saldırmayı, odunu tutup kurta doğru savuramam bile ben ya .
Kafama doğru filan savururum kuvvetle muhtemel, kurttan önce kendime vururum o
derece yani. Nasıl sakarım nasıl sakarım anlatamam. Koşşam desen imkansız
hayatta koşamam. Jogging yapabilirim ben en fazla, şöyle yavaş yavaş ve
tempolu. Ama o olmaz tabii. Tırmanma desen, yani demesen daha iyi. Tamam şimdi
hayal ediyorum. Tutuyorum ağacı çekiyorum kendimi yukarı doğru. Oğlum ben
küçükken meyve ağacına tırmanan değil aşağıda durup “bana da atın” diyen
çocuktum. Hani şu tırmanamayıp aşağıda durup ağlamaklı gözlerle kedi gibi çevik
arkadaşlarından meyve isteyen ama hep yere düşüp dağılan ya da çürük çarık
meyveleri yiyen zavallı çocuk. Yok tırmanma işi de yattı. Eee hem koşamıyosun
hem tırmanamıyosun, sıçtın sen Banu direk sıçtın. Yiyecekler işte seni
canavarlar o olacak. Yani kaderinde 19 yaşında kurtlar tarafından parçalanarak
ölmek varmış. Allahım herşeyim mi ters olur, bir şeyim de normal olmaz mı ya?
Ölümüm bile ters anasını satayım. Kurtlar tarafından parçalanarak can vermek.
Yani sormazlar mı adama bu kız Ankara’da oturmuyor muydu? Kurtlar tarafından
parçalanarak nasıl ölebilir diye? Ahhhh annem ya. Niye dinlemezsin ki sen
anneni? Dediydi kadıncağız, yavrum ne işiniz var ormanda gelin bizim evde çadır
kurun dediydi de güldüydük. Niye abi niye olurdu işte bal gibi evde çadır. Yani
evde en tehlikeli canavar kardeşim olurdu onu da etkisiz hale getirmenin bir
sürü yolu var. Tırmanmadan, koşmadan çözebilirdim herşeyi. Ah salak kafam ahhh.
“Vedat geri dönelim?”
“Nasıl ya nerden çıktı
geldik işte yarım saatten az kaldı”
“Korkuyorum ben, bayağı
bildiğin korkuyorum. Tamam geleyim de gece burnunuzdan getiririm. Kurt murt bozdu
beni”
“Ya Banu saçmalama.
Herif dalga geçiyor bizle baksana. Yani salak bir dolmuş şöförüne mi pabuç
bırakacağız.”
“Tamam dalga geçiyorsa
herif ne ala. Ama ya geçmiyorsa? Ya hakkaten aç kurtlar saldırırsa n’aparız bir
düşünsene? Ya bundan saçma bir durum olabilir mi?”
“Kızım valla
saçmalıyorsun. Kurtlar öyle şehre mehre inmezler. Ne işleri var insanların
yanında ya? Öyle değil mi Soydan söylesene abi”
Soydan bilirkişi.Tek
izcimiz. Bu kampı da organize eden şahıs bizzat kendisi. Vedatın kendinden emin
sorularına biraz dağılmış bir yüz ifadesiyle cevap verdi. Dur bakayım yüzünde
endişe ifadesi mi var? Yok canım olamaz. O değil miydi bize korkunç izcilik
hikayeleri anlatan. Güya en son aşamaya gelen izciler kamp alanından oldukça
uzak bir bölgede, elinde sadece bir
bıçakla gece yarısı bırakılırlarmış da. Yok efendim onların kamp alanına
dönmesi beklenirmiş de. Bu ormanda tek başına kalan şahıs karanlıkta yolunu
bulup kamp alanına dönermiş de. İşte orda izciliği tescil edilirmiş de. Daha
bir sürü bizi o zaman etkileyen hikaye. Eee ne oldu şimdi o hikayelere?
Yüzündeki endişe ifadesi ne?
“Abicim bilmiyorum
valla. Ben yıllardır burada kamp yaparım. Gece kurtların sesini duyardık ama
şimdiye kadar hiç yanımıza gelmeye cesaret ettiklerini görmedim. Son zamanlar yaşandıysa
bu hikayeler bilemeyeceğim. Ama tam da size garantisini de veremedim. Dönelim
isterseniz Banu korktuysa”.
Bu cevabın Türkçe meali
şöyleydi:
“Şimdiye kadar böyle
canavar manavar olayı filan yaşamadık. Ama bu hiç olmayacak anlamına da gelmez.
Dönmeyi gururunuza
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”
Cümlelerin Türkçe meali
sevgilim dahil, erkek cinsinden tüm arkadaşların beynine zerk edildikten hemen
sonra gurur ve ego açıkça devreye girdi.
“Yok abi ne korkması
ya. Eğlenmeye gidiyoruz saçmalamayın hiçbirşey olmayacak.”
Kadın cinsinden benim
haricimdeki yakın kız arkadaşım Fadik de macera peşinde beyleri destekleyince,
ben de endişelerime gem vurmayı başarıp kamp olayına adapte oldum. O yılları
bilirsiniz. Boşuna deli kanlı dememişlerdir. Kanınız deli akar. Korku nedir
bilmezsiniz. Aslında korkuyu bilirsinizdir de macera yaşama isteği öylesine
dayanılmazdır ki, tehlikeli olana, yapılması uygun görülmeyen durumlara kendini
aniden bırakmak kaçınılmazdır. Korkunuz sizi engelleyici unsur değil teşvik
edici unsurdur. Bir de balık hafızalısınızdır. Yani ben öyleydim şahsen. İki
dakika önce basbayağı dönmeyi düşünen, kafasından binbir tilki geçen ben, iki
dakika sonra kendimi kafamdaki tilkilerden kurtarıp gerçek hayattaki kurtların
kucağına atıyordum. Ve bundan da en ufak bir şüphe duymuyordum. Hepimizin
tekrar neşesi yerine gelmişti. Kurt hikayeleri üzerine espiriler patlıyor,
kıkırdaşıyorduk. Arada ciddi dolmuş şöförüne bakıyordum.Ama onun bile yüzünden
ciddi ifade silinivermişti.
En sonunda yolun
başlangıcına vardık. Yolun başlangıcı diyorum çünkü ben hakikaten yürümemiz
gereken yolun bu kadar uzun olduğunu tahmin edememiştim. Sırtlarımızdaki sırt
çantalarında en çok yeri içki şişeleri kaplıyordu. Varınca bir iki kadeh bişey
içmek hakkaten çok rahatlatacaktı zira bu uzun, yorucu ve meşakkatli yolu başka
türlü unutamazdık. O dönemde hiç spor yapmayan benim kah nefesim kesiliyor, kah
ciğerlerim patlayacak gibi ağrıyordu. Erkekler çevikti, Fadik de fena
sayılmazdı ama ben, bayağı zayıf halkaydım. Beni bırakıp gitsinlerdi, yolun
yarısında ölecektim zaten. Dönüşte gömerlerdi. Bana saatler gelen, gerçek süresini
şimdi hatırlamadığım bir sürenin sonunda bir meydana vardık. Soydan önden “geldik”
diye bağırdı. “Oh be oh, şükürler olsun yarabbim vardık. Valla ruhumu teslim
edecektim az daha yürüseydik”
“E bu ne
ki şimdi?”
Konuşan iç sesim. Ya da
iç seslerimiz bütünü. Duyamasam da yüzlerdeki hayal kırıklığını görebiliyorum.
Geceyi geçireceğimiz yer basbayağı açık alan. Bilmiyorum gözünüzde
canlandırabilir misiniz ama kocaman bir duvara monte edilmiş kocaman bir şömine
düşünün. Uzun tek bir duvar, şöminenin bulunduğu duvar. Üzerinde bir çatı var
ama çatı da yarı kapalı. Çatıyı yüksek kaideler tutuyor. Anlayacağınız kapalı
olan tek şey şöminenin duvarı, geri kalan üç tarafımız da boşlukla çevrili. İki
tane tahta piknik masası var. Hayal kırıklığımız biraz azalınca hemen piknik
masalarını şöminenin önüne taşıyoruz ve yanımızda getirdiğimiz örtülerle
renlendiriyoruz. Üzerini çantamızdan çıkan yiyeceklerle öyle bir donatıyoruz ki
sanırsınız yılbaşı masası. Ya da bize öyle geliyor bilmiyorum. Masaları kurunca
neşemiz tekrar yerine geliyor. Hemen birer bira açıyoruz. Erkekler viski içiyor
gerçi. O zaman pek moda viski içmek. Ben asla içemiyorum ama sarhoşluğunun daha
farklı olduğunun da farkındayım. Hem içimi ısıtırdı. Keşke bira içmesem
aslında. Bu açık alanda tuvalet de yok ki. Gerçi heryer tuvalet bu da bir bakış
açısı tabii. Bunları anlatıyorum olaya ne kadar yabancı olduğumuzu anlayabilin
diye. Yani doğayla tek yakınlığım apartmanın bahçesindeki ceviz ağacının
önünden her sabah geçişimden ibaret!
“Akşam olmadan ateşi
yakalım abi. Önce odun toplamak lazım.”
“Kozalak da olur değil
mi?” Bunu söyleyen benim. Ne şirinim değil mi? Yardımsever işgüzar insan. Bir
yandan da takdir bekliyor.
“Olur tabii hadi
dağılalım”
Mümkün mertebe
bulunmaya çalışılan kozalak ve kuru dal parçalarıyla ateşi yakmaya çalışıyoruz.
Buarada ikinci biralar açılmış. Ateş, sucuk, bira, muhabbet. Genç insan daha ne
ister ki? Ama biz istiyoruz. Gece bastırınca macera yaşama isteğimiz artmaya
başlıyor. Soydan diyor ki “Hadi abi ormanda yürüyelim biraz”.
“Karanlıkta mı?”
diyorum. “Yok ışıkları açarız senin için diyor” şakacı dostlarımızdan biri.
Elimize fenerlerimizi alıp yola koyuluyoruz. Hiç yaptınız mı bilmiyorum ama
gece ormanda yürümek sado-mazo bir zevk verir. Heryer karanlıktır. Elindeki
fener sadece önündeki çok küçük bir alanı aydınlatır. Neyle karşılacağını
bilemezsin, hem korku hem merak hissedersiniz. Heran karşına bir hayvan
çıkabilir. Bu hayvanlar tabii evde beslediğimiz kaniş köpeğimiz gibi masumane olmayacaktır
ama bu heyecan oldukça zevk vericidir. Soydan yol boyu bize vahşi hayvanlar
hakkında national geographic belgeselcilerini bile gölgede bırakacak ayrıntılı
bilgiler veriyordu. Söyledikleri herşeyi can kulağıyla dinliyordum.
“Valla gençler, ayı
çıkarsa karşınıza boku yediniz. Hayvan hem sizin on katınız hızlı koşar, hem
süper bir tırmanıcıdır. Hem harika bir yüzücüdür. Karşılaşırsanız yapacak
birşey yok yere yatın ve sakince sizin yanınıza gelmesini bekleyin.
Yapabiliyorsanız ölü taklidi yapmak da iyi bir fikirdir. Yaban domuzları mesela
ormandaki en tehlikeli hayvanlardan biridir. Çok çok hızlı koşar ama ondan
kurtulmanın bir yolu var Allahtan. Boynu olmadığından bakış seviyesinin üzerine
kafasını kaldırıp bakamaz. Bakış seviyesinden yüksekçe bir taş bulup üzerine
çıkar sessizce beklerseniz, sizi göremez ve gider. Ama mazallah yakalarsa
işiniz bitik. Çok acılı bir ölüm olur bana inanın. Kurtlarsa....”
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Aa o neydi sesi
duydunuz mu?”
“Harbi kurt muydu onlar
abi?”
“Yok be kurt murt
değildir, köpek filandır”
Herkafadan çıkan bu
anlamsız cümleleri, Soydanın bilge kelimeleri bir anda dağıtır.
“Evet kurtlar,
söylemiştim size. Sesleri duyulur ama insanların olduğu yerlere gelmezler”
“Eee onlardan nasıl
kurtulurmuşuz?”
“Ateşi sevmezler, yanan
ateşe yaklaşmazlar işte. Eğer hakikaten yakınınıza gelmişlerse, yanan bir odun
alıp üzerlerine doğru savurun. Kaçarlar. Göz teması kurmamaya çalışın”.
“Yok ben göz teması
kuracağım, hatta kucağıma alıp severim de yazık ona. Göz teması ne ya? Göz mü
kalır karşılaşırsak. Ben direk bayılırım. Abicim aramızda bayılmayacak adam var
mı?”.
“Öyle deme insanda
müthiş bir hayatta kalma içgüdüsü vardır. Her türlü kötü durumdan kurtulabilmek
için savaşır. Bakma çok zor durumda kalsan kurtulmak için aklına öyle numaralar
gelir ki sen bile şaşar kalırsın.”
“Valla ben bu
yorgunluğun üzerine kurttan murttan kaçamam gelip yerler beni kesin.”
“Yok öyle deme. Kik
noktası diye bişey duydunuz mu?”
“Yoo neymiş o?”
“Uzak doğu ülkelerinden
birinin öğretisi işte şimdi hangi ülke olduğunu hatırlamıyorum. ‘İnsan’ der
inanılmaz bir varlıktır. Diyelim ki 15 km maraton koştunuz, finiş çizgisine de güç
bela ulaşmak üzeresiniz. Neredeyse ağlayacaksınız. Ayaklarınız artık sizi
taşımıyor, bir adım, sadece bir adım atacak bile gücünüz yok. Bayılmak üzere finiş
çizgisini geçip tam devrilecekken arkanızdan azgın bir köpeğin size doğru son
sürat koştuğunu görüyorsunuz. Görür görmez de öyle bir hızla koşmaya başlıyorsunuz
ki, sanki elli metrede altın madalya için yarışıyorsunuz. İşte hayatta kalmak
için vücudunuzun tüm gücünü tekrar toplayıp, ateşlenmiş bir füze gibi aniden
harekete geçtiği noktaya kik noktası deniyor. Bu öğreti de kik noktasını normal
zamanda da ortaya çıkarabilmek üzerine”
“Vayyy çok acayipmiş
ama kesinlikle doğru. Biz Türkler ona göt korkusundan harekete geçmek diyoruz
ama kik noktası da olmuş tabii
”.
”.
“Dalga geçme abi valla
başına bişey gelirse insan kendini korumak için gereken tüm gücü de kendinde
bulur, kurtulmak için garip yollar da”.
“Yok canım ne dalga
geçeceğim haklısın tabii”.
“Geldik, işte burası da
perili ev.”
“Haydaaa bir de perili
ev çıktı başımıza”
“Niye perili ev
diyorlarmış ki buraya?”
“Ne bileyim böyle tuhaf
hikayeler anlatılırdı zamanında biz ufakken büyük izci abilerimiz tarafından.
İşte sahibi burda intihar etmişmiş de. Sonra gelen yeni sahipleri onun acı
çığlıklarını duyuyorlamış da. Ev sürekli el değiştiriyormuş kimse bu evi satın
almak istemiyormuş. Evi alan şahıs iki sene içerisinde mutlaka ölüyormuş da...”
Garip bir evdi
hakkaten. Ormanın ortasına kurulmuştu ama çok uzun zamandır kullanılmadığı
belliydi. Yüksek duvarlarla çevriliydi. Bahçesini otlar ve ağaçlar bürümüştü.
İçeri girmeye hiçbirimizin götü yemedi tabii, yeniden şöminemize dönmeye karar
verdik.
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Abi bu kurtların sesi
daha bir yakından mı geliyor sanki?”
“Yok canım sana öyle
geliyor, alakası yok.”
Güle oynaya içilen bir
sonraki içkiler, kahkahalar, yanan ateş, tavan yapan keyif...
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Yok abi bu kurtlar
yaklaşıyor sanki, valla ben bir gidip bakayım”.
Aramızda hem şişko hem
de gözlüklü kimse yoktu. Ama gözlüklü
biri vardı. Soydan! Zaten tek izci de oydu. Yaklaşan kurt sesleri sinirlerimizi
bozmaya başlamıştı ve önce onun gitmesi gerekirdi. Yani bu bir korku filmiyse
şişko yoksa yerini gözlüklü alırdı.
Soydan eline izci
bıçağını aldı, ki bu bildiğin Rambonun bıçağıydı ve karanlıkta kayboldu. Biz
iyice gerilmiştik. Yanına kimsenin gelmesini istemedi. “Ben hallederim merak
etmeyin şöyle etrafı bir kolaçan edip döneceğim” derken kendinden oldukça emin
görünüyordu ama yine de ormanda öyle yalnız karanlıkta kaybolması hoşumuza
gitmemişti. Keyfimiz iyice kaçmıştı. Buarada kurt sesleri iyice yakınlaşmaya
başlamıştı. Birden fazla kurt sesi olduğunu ve bize doğru yaklaştıklarını
duyuyorduk ama oturup seslerini dinlemekten ve Soydanın sağ salim dönmesini
beklemekten başka birşey gelmiyordu elimizden. İyice gerilmiştik. Kurt sesleri
yaklaştıkça yaklaşıyordu. Sanki elli yüz metre yakınımızdaydılar. Aniden Soydan’ın
sesi gecenin içinde yankılandı.
“Meeeeeeeeeeeeeeeerttttt
gellllll, yardım ettttttttttttttttttttttt”
Kurt sesleri sanki
Soydanın yanından geliyordu ve çok çok yakınımızdaydılar. Allahım o anı size
anlatmamın mümkünatı yok. Kurtlar yakınımızdaydı ve arkadaşımızı parşalamak
üzereydi.
“Merttttttttttttttttt
imdatttttttttttttttt”
Tabii Mert ve Vedat
hemen ellerine birer odun alıp gecenin karanlığına daldılar. Bir de baltamız
vardı odun kesmek için. Giderken baktığımda balta da Vedat’ın elindeydi. Biz
geride kalanlar, İsmet, Fadik ve ben, sadece sesleri dinliyorduk. Mert ve Vedat
“Soydan geliyoruz, bağır yerini bulalım” diye bağırıyorlardı. Onlar “Soydan”
diye bağırırken Soydan da “Mert” diye bağırıyordu. Ama sanki artık çok geçti. Parçalama
sesi tüm ormanı kaplamıştı. Bayağı bildiğiniz parçalama sesi. Soydanın
çığlıkları ve kurtların parçalama sesi. Allahım o çığlıklar ormanda nasıl
yankılanıyordu size kelimelerle anlatmam mümkün değil. Soydan ormanda kurtlar
tarafından parçalana, Vedatla Mert de onu araya dursun kamerayı bir anlığına
biz geride kalanlara çevirelim. Böyle komik bir görüntü dünyada şimdiye dek
mevcut olmamıştır. İsmet elinde yanan bir odunla çatıya tırmanmış. Nasıl
tırmandığını tam anlayamasak da piknik masasına basarak çıkmış olabileceği
aklıma geliyor. İsmetin sanki sesi kesilmiş, maymun gibi çatıya tünemiş öylece
bize bakıyor. Ben elime yanan bir odun almışım ama odun sönmüş, piknik
masasındayım “beni de yukarı çek İsmettttt” diye bağırıyorum ama kekeleyen İsy
“Be- be- ben ne yapayım
kızım, ke-ke-kendin tırman!”.
Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Böyle bir pozisyonda
aklınızdan geçenlere inanamazsınız. Tüm düşünceler adrenalinle birlikte
beyninize bir tür sıvı gibi yayılır. Tam bir düşünceye odaklanamazsınız ama
yüzlerce düşünceyi aynı anda düşünebilirsiniz. İşte bunlardan bazıları:
“İsmete bak be harbi
korkakmış ha bu herif. Erkek adam böyle mi yapar be. Ah ben erkek olacaktım.”
“Soydan öldü. Annesine
ne söyleceğiz? Yarın evine mi gidip söyleyeceğiz ki acaba?”
“Yarın evine gidip
söylemek mi? Burdan kurtulabilecek miyiz ki?. Kurtlar bizi parçalayacak!”
“İnsan ölürken acı
çeker mi ki?. Çeker tabii kızım ıssırıla ıssırıla parçalana parçalana öleceksin!”
“Vedatı
mı önce parçalayacaklar. Geri dönebilecekler mi ?”
“Kurtulabilirsem
nasıl dönerim ki burdan?
“Buraya
kadar gelirlerse önce kimi yerler acaba? Büyük ihtimalle beni. En hantal benim
anasını satayım.”
“Bu
a..na koduğumun odunu niye söndü ki şimdi. Herkesin ki yanıyor bi benimki niye
sönük. Hay Allahım böyle şansın ben ta içine”
“Annemler
çok üzülecek ha, yani kurt yemesi olmasaydı trafik kazası filan olsaydı bari
daha rahatlatıcı olurdu. Kurt tarafından yenmek direk bok yoluna gitmek oluyor.
Hay ben böyle kaderin ya”
Bu
ve bunun gibi yüzlerce düşünce ve tırmanma savaşı. Gerçi savaşı kaybetmiş
öylece kurtlar tarafından yenilmeyi bekliyordum Vedat koşarak geri döndü. Öyle dağılmış bir hali vardı
ki size anlatamam. Soydan öldü, kurtlar yaklaşıyor, kendimizi korumamız lazım
diye çığlıklar atıyordu. Mert ortalarda görünmüyordu. Bu olaylar aslında bir
kaç dakika sürdü ama bize saatler gibi geldi. Orada kalp krizi geçirmediysem
bir daha da geçirmem sanırım. Vedatın dönmesinden bir iki dakika sonra Soydan,
Mert ve yanında daha önce hiç görmediğimiz bir herif şömineli alana gülmekten
yuvarlanarak giriş yaptı. Sahne öylece dondu. Ben ve Fadik piknik masasında
ağlamaktan ve bağırmaktan gözlerimiz pörtlemiş, Vedatın elinde balta ve sönmüş
koca bir odun parçası öylece mal mal bakıyor. “Mal mal” biraz amiyane bir tabir
oldu ama o bakışları başka bir betimlemeyle anlatmam mümkün değil maalesef.
İsmet deseniz elinde odunuyla tavana
tünemiş maymun gibi öylece duruyor. Yani Vedat gülen o üç şahısa baltayla
saldırmadıysa bilin ki aşırı kontrollü kişilik yapısından. Yoksa hakikaten
kaldırılacak bir şaka değildi. Ölümle şaka mı olur yahu? Ben gerçekten çok çok
kızdığım için yarım saatten önce kendime gelemedim. Masadan indiğimde dizlerim
tutmuyordu. Öyle böyle bir korku değildi yaşadığımız. Gerçeği olsa da tıpatıp
böyle olacaktı. Ne bir eksik ne bir fazla. Ve olayı yaşarken de bir saniye bile
şaka olabileceği aklımın ucundan geçmedi. Biz şaşkınlığımızı üzerimizden atıp,
daha insani bir ruh haline gelince şöminenin başına dizildik. Üzerimizde
battaniyeler tirtir titriyorduk. Aşırı korku üşüme hissine neden oluyor. Gerçi orman
da inanılmaz soğuktu. Ateş sadece birkaç adım ötesini ısıtıyordu. Biz
sakinleşince hikayeyi anlattılar. Meğer kampa ilk gelenlere mutlaka benzer bir
şaka yapılırmış, kampçılar ilk seferlerinde mutlaka korkutulurlarmış. Soydanla
arkadaşları biz daha yola çıkmadan bu planı hazırlamışlar. Mert işin içinde
değilmiş ama Soydan’ı aramaya çıktıklarında Soydan onu kenara çekmiş. Korkudan
Mert neredeyse bayılacakmış. Ona da anlatmışlar ama Mert korkumuzu gördüğü için
daha fazla devam etmek istememiş. Dediğim gibi bu tarz çok korkutma senaryosu
hazırlamışlar ama en fena korkan biz olmuşmuşuz. İçeri girdiklerindeki o
manzarayı hayatları boyunca unutamayacaklarmış. Allahım ne komikmişiz,
kazımışlar o görüntüyü belleklerine. Kahkahalar...
Biz
de gülüyorduk aslında. Ne yapalım olan olmuştu “s..lmiş götün davası olmazdı.
Madem olan oldu eğlenelim bari” modundaydık. Bunlar günler öncesinden hazırlık
yapmışlar. Soydan arkadaşlarına gelişimizi haber vermiş. Bunlar da ormana
gizlenmiş bizi bekliyorlarmış.
“Peki
dolmuş şöförü?” dedim. “Onu nasıl ayarladınız?”
Ayarlamamışlar
ki. O allahın işiymiş. Adam istemeden senaryoya dahil olmuş, bilmeden bizi bu
korku filmine hazırlamış. Soydan adam konuşurken gerçekten de çok şaşırmışmış.
Benim yüzünde gördüğüm ve endişe sandığım o garip yüz ifadesi meğer yoğun
şaşkınlıkmış. Biz yeni içkiler açmış sakinleşmeye çalışıyor bir yandan da aynı
olayı sürekli sürekli başka açılardan anlatıp gülüşüyorduk. Sonra Soydan’la Osman,
o yeni bebe, bu kez korku hikayeleri anlatmaya başladılar. Şöyle ruhlu, cinli
minli olanlardan. Hay Alladım ya bir bu eksikti. Bir cinimiz eksikti zaten şu
garip dağ başında. Bıraksınlardı top oynasınlardı bu cinler. Bizden uzak
dursunlar yeterdi. Yavaş yavaş gerilmeye, etrafımdaki seslere kulak kesilmeye
başladım. Çişim gelmişti ama kıçım o karanlıkta ormana yürümeyi yemiyordu
açıkçası. Buarada böyle yakınımdan çıtır çıtır sesler geliyordu. Ne olduğunu
sorunca, hayvandır merak etme. Buarada bir sürü ufak tefek hayvan var etrafta.
Dağ faresi filandır.
“Hah
iyi dedin be güzelim. Benim şu hayatta en çok korktuğum hayvan faredir. Biraz
önce kurtlarla savaşacaktık ya güya. İnan bir yanımda kurt bir yanımda fare
olsun direk kurtun olduğu tarafa koşarım!”
Fare
lafları iyice gerdi mi beni. Buarada cinli ruhlu bir hikaye anlatılyor ki,
nasıl korkunç nasıl korkunç anlatamam. Hikayeyi dinlerken çıtırtılar gittikçe
artıyor bir yandan da. Hikayenin en can alıcı yerinde :
“Böhhhhhh”
diye böğüren bir öküz önümüze doğru atlıyor. Orada attığım çığlığın desibeliyle
sanırım cam olsa direk yere indirebilirim. Nasıl bağırıyorum. Herkes ayağa
fırladı, Fadik de bağırıyor. O kadar iriteydik ki hem ilk yaşanan olaydan hem
sonraki hikayelerden, ben tuttuğum çişimin bir kısmını bırakıverdim. Evet
korkudan altına işemek diye birşey varmış. Ve ben birebir yaşayarak tescil
ettim. Bu olay da bir iki dakika sürdü ama ben sonrasında hakikaten
toparlayamadım. Ve hiç sakinleşemedim. Bir insanın üzerine bu kadar gelinmezdi
ama çok çok abartmışlardı. Başlayacaktım izciliklerine de insanlıklarına da.
O
bebe de yanımıza oturdu. Kendi hikayesini anlattı. Osmanla bu birlikte
gelmişler. Kurt hikayesi tamamlanınca Osmanla ayrılmışlar, bu ikinci korkutma
için yanımızdaki yerini almış. Salaklığımıza yandım aslında sonra. Çünkü uluyan
kurtlar iki taneydi. Soydanı da güya iki kurt parçalamıştı. Bu kurtlardan
diğeri nerede diye sormayarak böylece ikinci tongaya düşmüştük. Az yarım akıllı
mı neydik? Ya da bu olay olan az biraz aklımızı da yemişti.
Neyse
olan olmuştu. Gecenin sonlarına doğru biz yine yeyip içmeye devam ederken bir
ışık hüzmesi tüm ormanı aydınlattı. Kocaman bir UFO tam şöminenin önüne
iniverdi. İçinden kocaman mor renkli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte,
başları kurt vücutları insan bir grup canavar iniverdi dermişim. Hahahahaha
yani bu olsa normal kabuledebilir hale gelmiştik anasını satayım o kadar laçka
bir haldeydik yani. Ama çok güzeldi, vallahi de billahi de çok güzeldi. Tüm
korkulara, adrenaline, zorluklarına, göt korkusuna rağmen yine de çok çok güzeldi.
Ama tavsiyem şudur. İleride çocuklarınız:
“Biz
kamp yapmaya ormana gidiyoruz, anne baba hoyloyloy” filan gibi cümleler
sarfederlerse hemen arabaya attığınız gibi hayvanat bahçesine götürün. Hayvansa
hayvan. Ha illa inat ediyorlarsa çarşafları çıkarın sizin salonda kamp
kursunlar. Benden söylemesi!
Ebe: Kovalayıcı, yakalayıcı
Veyn: Anababa terminolojisinde Zaman
Ebeveyn: Zamanı kovalayan kişi
Haftasonu: Evi toplamak, ütü yapmak, yemek pişirmek, ödev yapmak, bebeleri o sosyal aktiviteden bu spora, o doğumgününden bu eğlenceye taşımak için yapılan sevilmeyen aktiviteler bütünü
Çalışan Ebeveyn: Tüm bu sevilmeyen aktiviteleri yapmak için çırpınan insan üstü varlık
“Evyah Haftasonu!”: “Yaşasın haftasonu!” yerine kullanılan ünlem tümcesi
Kendine ayırılan vakit: Sözlükte bulunamadı
Çalışan Ebeveyn: Tüm bu sevilmeyen aktiviteleri yapmak için çırpınan insan üstü varlık
“Evyah Haftasonu!”: “Yaşasın haftasonu!” yerine kullanılan ünlem tümcesi
Kendine ayırılan vakit: Sözlükte bulunamadı
Birçok yasaktan sonra obeziteyle savaş kapsamında lokanta ve pastahanelerde porsiyonların kalori tablosunu yazma zorunluluğu getirilecekmiş. Şimdi Sn. Başbakanımızın hayalindeki prototip aile modelini çiziyorum: Süper zayıf, içki içmek yerine üzüm yiyen, haşa tütün ve keyif verici maddelere ellemeyen, en az üç çocuklu, en bi dindar çekirdek aile. Abicim hiçbi tarafından tuturamıyorum yahu
Herbi yerine ayrı krem sürdüğünden yatmaya karar vermesiyle yatağa girmesi arası yarım saatten fazla süren kadına "35 yaş üstü yaşlanma korkulu kadın" denir. Hatta artık o, küçükken iğrendiği salatalık kremlerini filan neredeyse sevmekte dalga geçtiği Dr. Renaud ya bile saygı duymaktadır. Tamam Dr. Renaud biraz abartı oldu
Deyiş ya da Atasözü işte deyip de geçeriz ya biz. Ya
da klişe deyip burun kıvırır, kulak tıkarız. Oysaki en klişe laflar en çok
gerçeği yansıtan ve en vurucu olanlarıdır. Yalnız o lafın kıymetini, değerini
anlamak, içine girmek, sana bişey ifade etmesini sağlamak için sadece o
tecrübeyi yaşamış olmak gerekir. Biraz bulmaca gibi konuştum ama asıl ifade
etmek istediğim şu. Eğer bir tecrübe özellikle de acı ve benzer bir tecrübe
yaşamamışsan o Ata’nın ne demek istediğinden bi sikim anlamazsın. Nasreddin
Hoca’nın bir hikayesi vardır benim demek istediklerimi bir çırpıda anlatıveren.
Hoca damdan düşer ve koşup yardıma gelenlere “bana hemen damdan düşen birini
getirin, benim halimden bir tek o anlar” der. Ben bugün bir idrak yaşıyorum. “Allah
acısını unutturmasın” sözünün idrakini. İki ay arayla iki büyük acı yaşayan
kuzenime bakıyorum ve bu idraki dibine kadar hissediyorum. Amcamı
kaybettiğimizde söylemişlerdi. Şimdi yengem aynı hastalıktan cebelleşirken ve
henüz iki ay olmuşken bunu söyleyen Ata karşısında şapka çıkarıyorum ve yumruk
yaptığım sağ elimi kalbimin üzerine iki kere vurup ileriye uzatarak “respect”
diyorum hiphopçular gibi. Babasının acısı anasının acısı unutturuyor işte.
Hala klişe mi o laf? Hiç sanmıyorum, pek de güncel, pek de cuk oturmuş!
Keşke bişeyler biz tam olarak o tecrübeyi yaşamadan
idrak boyutuna geçse ya da biz başkalarının tecrübelerinden tam olarak
faydalanabilsek. Aslında empati yeteneğimiz az da olsa buna olanak sağlıyor ama
yine de tam olarak kendimiz tercübe etmeden bazı şeyleri hiç anlayamıyoruz.
Bugünki felsefi konuşmalarıma sevdiğim ve konuyla
bağlantısı olduğunu düşündüğüm başka bir
atasözüyle nokta koymak istiyorum:
“Bir ser encam, bin nasihatten evlâdır” ( Türkçe meali
“Önemli bir deneyim, bin öğütten üstündür.”)
RESPECT!!!
Hani şöyle tipler vardır ya: Sen kendince ilginç bi hikaye anlatmaya başlarsın. Adam lafını bitirmeni bile beklemiycek belli ki,ha girdi ha girecek lafa heyecanlı, eli ayağı ayrı oynuyo. Tek istediği kendi hikayesini anlatmak. Sen tam son cümlene noktayı koyarsın söylediklerine hiç tepki vermeden direk " o diil de bak şimdi bi keresinde" diye lafa başlayıp kendince kıyak bulduğu hikayeyi sana ENJEKTE etmeye çalışır. İşte ben o tiplere ayak parmaklarımla hareket çekip kendi kendime eğleniyorum. O da kendi hikayesiyle eğlendiğimi sanıyor. Ayakkabı olmasa daha kolay olurdu tabii
Bugün kebapçıda, yan masamda önce lahmacunu lüpletip üstüne de bibuçuk beyti sarmayı mideye indiren ablaya iğrenmeyle karışık küçümseyen gözlerle bakarken; 2 acılı lahmacunumu bekliyor bi yandan da ikram edilen içli köfteyi hüpletip, bi tabak irmik helvasını şiddetle kaşıklıyordum. Kendisi de bana aynı hakir gözlerle karşılık vermekte gecikmedi. O an ben anladım karma diye bişey var yani. Şşşş geçti şşş
Vücudumuz aynı anda Adrenalin, Dopamin, Serotonin, Oxytocin ve Vasopressin hormonlarını salgılarsa bir ayıya bile aşık olabilirmişiz! Öküzleri sevmemizi de hayatımızın bir döneminde budist olmamıza bağlayan bazı ciddi kaynaklar vardı zamanında. Demekki neymiş hormonlar ve uzakdoğu dinleri kadını Zoofili (hayvanlara ilgi duyma hali) yaparmış! Hala hormon hapları, meditasyon ve pembe aura diye çırpının siz...
Tıbbi olmayan tanımıyla yakını görememe hastalığına hipermetropi
ve gözünde böyle bir kusuru olan kişiye de hipermetrop denir. Ben de sanırım
özel öğrenme güçlüğü var. Sağımı solumu bir türlü öğrenemediğim gibi bu “miyop”
hipermetrop” ayırımına da kafam basmıyor maalesef. Nedense yakını görememe
durumuna beynim “miyop” tanımını daha çok yakıştırıyor, az daha hikayenin adını
“aşk miyobu” koyacaktım da, ne çok kafa karışıklığına neden olacaktı maazallah.
Allahtan Hz. Google’a danıştım da şıp diye hem tıbbi hem de tıbbi olmayan bir
tanı sundu önüme. Tıbbi tanı hikayeyi zorlar, siz okuyucuları kasar diye böyle
basit bir tanı buldum. Tamam itiraf ediyorum tıbbi tanı sizi değil asıl beni
zorlayacaktı. Retina, kornea, diverjan
falan filan gibi kelimeler geçecekti içinde ve ben yazmakta bile zorlanacaktım,
bırakın açıklama yapmayı. Öyle işte yani, hipermetrop yakını görememe hali, siz
de öğrendiğinize göre hikayeme dönüyorum.
Mekan Ankara Mezzaluna. Karşımdaki 50’li yaşlarda beyaz, erkek.”
Hoop kızım, bu nasıl tanım, Amerika’da mıyız?” demeyin duyuyorum. Valla Amerika
içimizde; özentilikten her iki kelimemizin biri ve hatta tüm tabelalar ingilizceyken böyle replikleri
duymak sizi yadırgatmasın. Geçen gün, Karadenizli olduğunu tahmin ettiğim bir
arkadaşıma sanki çok doğalmış gibi “sen kuzeyliydin di mi?” diye sordum. Evet
kuzeyliyim ve üç blok ötede oturuyorum” dedi hazırcevap insan dalga geçerekJ Yine konudan
uzaklaştım, kelimelerimden hızlı çalışan beynime yetişemiyorum bazen. Neyse
karşımda oturan iş arkadaşımın bana yemek sözü vardı. Mezzaluna’yı seçtik
beraberce. Zira italyan yemekleri kendimden geçiriyor beni, burası da hakkını
veriyor doğrusu ancak çok pahalı. Arkadaşımın ısmarlayacağını bilmenin
rahatlığıyla daha menüye bakmadan risotto ısmarlıyorum. Hem de deniz ürünlü.
Bak şimdi yazarken bile ağzım sulandı. Yemekler gelmeden önce zeytinyağı ve
harika bir ekmek geliyor. Ekmeği zeytinyağına banarken hayat daha bir tozpembe görünüyor.
Konu konuyu açıyor ve büyük ihtimalle bu tozpembeliğin etkisiyle aşktan
bahsediyor buluyoruz kendimizi. “Aşk” deyince yüzü aydınlanıyor sanki
arkadaşımın. Evli ve iki çocuklu olduğu için “aşk” lafı onun ağzından dökülünce
biraz garipsiyorum nedense. Sanki evli insanlar hiç aşk yaşamazlar gibi, “anne
babalar sevişmez” yargısının başka bir versiyonu sanırım bu.
“Ah” diyor “ah aşk
gibisi var mı?. Ben az daha harika birşey yaşamaktan kendimi alıkoyacaktım
gözümün önündekini görememek yüzünden!”
“Ne oldu ki?” diye soruyorum ağzıma koca bir lokma zeytinyağına
bulanmış ekmek atarken.
Başlıyor anlatmaya. Bense onun gözlerindeki bir parlayıp bir
sönen ışığa odaklanıyorum.
Üniversite yıllarıymış. Okulun havalı kızlarından birine
platonik olarak fena halde tutulmuşmuş. Kızın bir de sevgilisi varmış ki
akıllara zarar. Habire kavga ederlermiş arkadaşımın önünde. Arkadaşım tam kıza
açılacakken bir kavga patlak verirmiş, arkadaşım doğru zaman olmadığını düşünüp
açılmaktan vazgeçermiş. Aşıkmış ve kavuşamıyormuş ama kendine hayatı zehir
edecek kadar da ahmak değilmiş. Bir yandan okul bir yandan koro çalışmaları tüm
vaktini alıyormuş. Koroya birllikte katıldığı yakın bir kız arkadaşı varmış.
Bir başka çocuk, benim arkadaşım ve bu yakın kız arkadaş hep beraber gezer, tüm
vakitlerini beraber geçirirlermiş. Bir gün arkadaşımın bekar evinde yine
toplaşmışlar, söyleyecekleri bir şarkı üzerine konuşuyorlarmış. Diğer çocuk işi
olduğu için ayrılmak zorunda kalmış. Benim arkadaşımla, kızcağız yalnız
kalmışlar. Hararetli bir konuşmanın ardından bir sessizlik olmuş. Kızcağız
arkadaşımın gözlerinin içine derin derin bakarak “ben senden çok hoşlanıyorum”
demiş. Arkadaşım bu karşısında oturan, 84 kg luk kızcağıza şöyle bir bakmış. O
ana kadar ona hiç, bir kadına bakarmış gibi bakmadığını farketmiş.
Fakat düşünmüş. Bunca zaman okuldaki havalı kızdan hoşlanmış da ne olmuşmuş.
Kendisinin varlığının farkında bile değilmiş. Ama karşısında oturan kafaca çok
anlaştığı bu hatun ona aşkını itiraf ediyormuş, denese ne çıkar diye geçirmiş
aklından.
“O ana kadar yemin ederim bir kerecik bile aklımdan geçmemişti
ama sadece ilişkiye bir şans vermek istedim. Büyük bir riskti aslında ve eğer
olmasaydı o zaman da çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybedecektim. “ diyor
pizzasından koca bir dilim ağzına atarken. Gözüm kalarak sözlerini başımla
onaylıyorum.
“Aşkını itiraf ettikten sonra eğilip beni öptü. Ve ben o ana
kadar hiç yaşamadığım bir duygu tecrübe ettim. Tüm bedenim sarsılıyormuş, sanki
etrafımızda havai fişekler atılyormuş gibiydi. Kelimelerle ifade edildiğinde
anlamını yitirdiğini biliyorum ama inan Banu o sarsılma anını ifade edebilecek
bir cümle kuramıyorum.”
Dinlerken tüylerim diken diken oldu, elektrik çarpılmasına
benzer bir his olmalıydı ve ben böyle bir his yaşamamıştım daha önce.
Sadece yemek yemek, okula gitmek ve zorunlu ihtiyaçlarını
karşılamak için çıkıyorlarmış odadan. Yalnız sevmek ve dokunmak varmış. Bu
sevişgen durum bir seneden fazla sürmüş.
Biraz kıskançlıkla sözünü kesiyorum, zira bu harika şeylerin bir sonu olmalı. Hiçbir mutluluk sonsuza dek süremez!
Biraz kıskançlıkla sözünü kesiyorum, zira bu harika şeylerin bir sonu olmalı. Hiçbir mutluluk sonsuza dek süremez!
“E peki ne oldu sonunda?”
“Beni Ahmet denen bir herif yüzünden terketti”.
Doğrusu bir ayrılık bekliyordum da böyle alçakca bir davranış
beklemiyordum açıkçası. Ve bir kadın olarak, 84 kg lik hiç de güzel
standartlarına uymayan bu kadının nasıl da erkekler tarafından bu denli
beğenildiğine akıl sır erdiremedim.
Arkadaşım terkedildikten sonra kendini eve hapsetmiş. Yemeden
içmeden kesilmiş, tüm dünyayla bağlantılarını koparmış. Ve hergün bıkmadan
usanmadan hayatının aşkının geri dönmesini beklemiş. Dönmüş de sevdiceği, tam
da arkadaşım evinde aylar aylar sonra bir kız arkadaşını ağırlarken. Hayat bu
ya, beklediğniz gelmez gelmez tam da sizin için uygunsuz bir zamanda ortaya
çıkıverir. Arkadaşım karşısında aşkını görünce dili tutulmuş, konuşamaz olmuş .
Kadınsa edepsizce içerideki kadını kastederek bağırmaya, hesap sormaya kalkmış.
Arkadaşım sakince, seni böyle hatırlamayım diyerek, kadını oradan uzaklaştırmış ve o gün
birbirlerini son görüşleri olmuş.”
Dinlerken fena oldum. Dinlediğim bu aşk karşısında karışık
duygular hissediyordum. Hem saygı duyuyor, hem kıskançlık hissediyor hem de şaşkınlığımı
gizleyemiyordum.
“Peki” dedim “sonunda bunca acı tecrübe yaşamışsınız. Hiç
tanışmamış olmayı diler miydiniz?”
“Asla” dedi kendinden çok emin. Yaşadığım o kötü tecrübeye kadar
hissettiğim mutluluğu birdaha hiç yaşamadım ve bunları yaşayamadan ölebilirdim
de, nitekim dünyadaki milyonlarca insan hiç tecrübe etmeden göçüp gidiyor bu
hayattan. Sonunda kötü şeyler yaşayabileceğini düşündüğün için kendini güzel
şeylerden mahrum bırakmak delilik olur!”
“Ve sana bişey söyleyim mi Banu” diye sözlerine devam etti. “Bazen
insan tam burnunun ucundakini göremiyor. Sana en büyük tavsiyem etrafına iyi
bakman ve gerekiyorsa bir gözlük takman zira aşk hipermetrobu olabilirsin!”
Benim böyle yağmurlu havalarda hayalim; güzel bir romantik komedi izlerken elime kakaolu süt alıp ( nedense), battaniyenin altın da mutluluktan overdose olmaktır. Şuan tüm taramalarıma rağmen romantik komedi filan bulamadım tv de, derinle Sünger Bob izlememek için savaşıyoruz. Elimdeki kakaolu süt midemi bulandırdı ve battaniyenin altında bunalıyorum. "Hayal hayalken güzeldir!" , yoksa "çiçek dalında güzeldir " miydi o? Herneyse...
Twitterda takip ettiğim "Hergün 1 yeni bilgi"ye göre, kadınlar erkeklere göre 2 kat daha fazla iştaha, 4 kat daha fazla cinsel tutkuya, 8 kat daha fazla zekaya sahiplermiş. Bu durum kadınların erkeklere oranla neden daha şişko olduğunu açıklıyo da, tecavüzcülerin ve bilimadamlarının neden erkek olduğu konusunda bir açıklama bekliyorum.
“Yağmur yağıyor, seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor”
Hemen hemen tüm çocukların bildiği bu şarkı, ne kadar da masum
gibi görünüyor değil mi? Öyle değil
işte! Irkçı, şövenist bi tekerleme o. Esmer, koyu tenli çocukları üzmek için
üretilmiş. Hayır, hiç de abartmıyorum, kreş günlerimi mahvetti o dandik şarkı.
Hemen zihinlerden silinsin istiyorum, karadeliğe gönderilsin sonsuza dek, tek
bir çocuk bile hatırlamayıncaya kadar!
Çocuklar, özellikle kreş ve ilkokul çağındaki çocuklar, çok
acımasızdır bilirsiniz. Ya isminizle, ya gözlüklerinizle, ya göbeğinizle dalga
geçer dururlar. Ama özellikle bir çocuğun bunu çok önemsediğini ve üzüldüğünü
farkederlerse vay haline. Artık tüm ders yılı boyunca onunla uğraşıp, ağlatana
kadar rahat bırakmazlar. Nerden mi biliyorum? Tombul, esmer, koyu tenli, hassas,
söylenenleri çok önemseyen çocuk; o benim işte!
Kreş dönemindeyim, işte hangi yaş aralığına tekabül
ediyorsa. Sınıftayız, öğretmen boyama yaptırıyor. Dışarıda şiddetli bir yağmur
başlıyor. Öğretmen “hadi” diyor “ ‘yağmur yağıyor’ şarkısını hep birlikte
söyleyelim” Şarkıyı ben de büyük bir hevesle el çırpmak suretiyle söylüyorum. O
an işte o an fırlama çocuğun tekinin aklına şarkıyı şöyle modiye etmek geliyor:
“Yağmur yağıyor, seller akıyor
Banu kızı camdan bakıyor”
Al işte bittiğimin resmidir! Tüm sınıf önce bir duraksıyor,
sonra hepbir ağızdan gülmeye başlıyor.
Benim gülmediğim zamanlarda gülen insanların bu kadar rahatsız edici ve
gürültücü olduklarını bilmiyordum. Allahım o gülme süreci ne kadar uzun
geliyor. Öğretmen susturana kadar devam ediyor alçaklar. Ben o kadar üzülüyorum
ki ağlamaya başlıyorum. Üzüldüğümü farkettiklerinde ise ellerine daha büyük bir
koz veriyorum. O günden sonra beni Arap kızı diye çağıracaklar.
Hemen akşama eve koşuyorum. Tek istediğim sarışın olmak
bunun bir yolu olmalı. Bilge annem konuya hemen açıklık getiriyor:
“Evet bir yolu var” diyor, “her sabah yumurta yiyeceksin ama
her sabah aksatmadan. Aksatırsan süreç yarım kalır” .
“Ne süreci?” diyorum.
“Yumurtayı yedikçe, yavaş yavaş saçların sararacak, gözlerin
mavileşecek. Yavaş yavaş olacak bu değişim ama bir gün bile aksatırsan duraksar!”.
Nasıl mı inanıyorum hemen bilge anneme? Öyle kolay teslim
olmuyorum tabii. Bir süre düşünüyorum. Hemmen saksıyı çalıştırıyorum.
“İstediğim nedir? Saçların sararması, gözlerin mavileşmesi.
Hmm evet saçlar sararmalı, e yumurtanın içi de sarı. Yumurtanın sarısı
saçlarımı sarıya boyuyor olmalı. Evet gayet mantıklı. “Peki gözler?” “E onun da
çaresine yumurta baksın artık, benden bu kadar!”
Tahmin ettiğiniz üzere her Allahın günü yumurta yiyorum ve
her sabah anneme soruyorum .
“Anne, saçlarım sararıyor mu? Gözlerim peki, mavi mi değil
mi?”
Hınzır annem hemen cevaplıyor sorumu:
“Evet bak yer yer mavileşmeye başlamış gözler. Bir aynaya
bak istersen. Saçlar daha tam sararmamış biraz zaman lazım.”
Koşuyorum bakıyorum aynaya. Saçlarım hakkaten sararmış yer
yer, gözlerimin yarısı mavi yarısı
kahverengi. Hahahaha öyle olsa ne süper olurdu di mi, siz de okurken dumur
olurdunuz. Hiç beklemiyosunuz ya böyle bi son. Ama ben bekliyorum, hergün aynı
soruları sormaya aynı şekilde aynaya koşmaya devam ediyorum ta ki okulda bu
aptal ritüelimi bir çocuğa haykırıncaya kadar. Düdük bebe yine beni “Arap kızı”
diye çağırıyor. Kendimden emin yüksek sesle:
“Görürsün sen, ben hergün yumurta yiyorum” diyorum. “Yakında
sarışın olacağım, gözlerim de mavi!”
Çocuk önce bir süre bakıyor bana sonra da basıyor kahkahayı.
“Banu yumurta yediğinde sarışın olacağına inanıyomuş
hahahaha”. Niye? Sen hala Noel Baba’ya inanıyosun ama yavşak!.
Bişey diyemiyorum tabii, hemen ve yeniden ağlamaya
başlıyorum. Bu kez hem Arap kızıyım hem de safım. Alçak anne!
Eninde sonunda anaokulundan bir şekilde memnuniyetsiz olduğum
meziyetlerimle mezun oluyorum. İlkokulda herşey farklı olacak. Yeni bir sayfa
açacağım. Buarada anneme de çok kızgınım beni fena halde tongaya düşürdüğü
için. O günden sonra yumurta yerken arıza çıkarıyorum hep.İlkokulda herşey süt liman gibi. Sınıfta iki gözlüklü, bir şişko, bir sınıfta kalmış çocuk var. Onlarla uğraşmak daha zevkli, oh çok şükür kimsenin dikkatini çekmiyorum. Hatta ikinci sınıfa kadar sakinlik devam ediyor. Ta ki birgün sınıfın fırlama çocuklarından biriyle aramızda şöyle bir diyalog geçinceye kadar:
Fırlama Çocuk: “ Yarın okullar tatil mi olacakmış?”
Ben: “Evet öğretmen söyledi”
Fırlama Çocuk:” Ne zaman söyledi”
Ben: “Dün”
Fırlama Çocuk: “E ben niye duymadım”
Ben: “ Valla, yalan söylüyosam Arap olayım”.
O an tahmin edeceğiniz gibi zaman duruyor. Kelimeler
ağzımdan döküldükten sonra neler olabileceğini farkediyorum ama ok yaydan
çıkıyor bi kere. Ama ne yapayım ya, o zamanlar çok moda herkes yemin etmek için
bu söylemi kullanıyor. Ahhhh kendi ellerimle kendimi tongaya düşürüyorum ve
fırlama çocuk fırsatı hiç kaçırmıyor.
“E öylesin zaten, Arap Arap Arap....” Sonrasında ilkokul hayatımın bir dönemi kendimi hoooppppp alay edilen bebelerin arasında buluyorum.
Şuan en sevdiğim fiziksel özelliğim ten rengim aslına bakarsanız. Ama o zamanki halim hakkaten içler acısıydı. Hadi ben ten rengimden dolayı alay konusu oldum zamanında, bir de çocuklarının alay konusu olması için yardımcı olan ana babalar var çocuklarına. Şimdi bir bakalım siz ana baba olarak çocuğunuza alay konusu olması için nasıl yardımcı olabilirsiniz:
1.
Çocuğunuzun adını Berrak, Başak, Okşan falan filan gibi cinsel çağrışım yapacak
isimlerden koymak istiyosunuz. Ya da kendinizce
Şehriye PİLAV, Satılmış PORTAKAL
falan filan gibi insana restorandaymış hissi verecek isim soyad birleşimi
buldunuz. Belki de mizah duygunuz çok gelişkin ve soyadlarınız öyle müsait ki Arife Tarif, Metin Yazar, Kaya Bilir, Yalınay Ak gibi gayet eğlenceli
ad soyad birleşimleri yaratabiliyorsunuz. Ne diyebilirim ki çok yaratıcısınız,
devam edin!
2.
Tombalak bir yavrunuz var: Habire yedirmeye
devam ediyorsunuz, diyetisyen, spor falan filan zaman ve para kaybı. Bari
buzdolabına kilit vursanız, ya da çocuğunuzun ayak bileğine! O da yok. İyi o zaman
yavrunuz, dörtgözü sollayıp çoktan birinci sıradan alay listesine girdi bile!
3.
Çocuğunuz
gözlüklü: Ama siz lens almamakta direniyosunuz. Çizdirmiyorsunuz da gözünü zira
henüz bu yeni sisteme güvenmiyorsunuz. Bari bir iki havalı gözlük alın zavallıya,
yumruk yiyince yamulmayanlardan.
4.
Evladınız
hem tombul, hem de gözlüklü: Oyyyy en bi fena karışım. Gerçi bana düşmez ama
bence onu okula göndermekten vazgeçin, paraya kıyın evde eğitilsin o.
5.
Etnik
kimliği diğerlerinden farklı: Aslında evlenmiyeydiniz iyiydi de madem
evlendiniz, o yavruyu da dünyaya getirdiniz o zaman isminden belli olmasın bari
etnik kimliği, belki yırtar!
Sizin gibi düşünen
ana babalar az değil çok şükür. Her sınıfta birkaç adet alay konusu çocuk
oluyor. Peki bu zavallı çocuklara ne mi oluyor sonra? E büyüyolar. Sizi sinir
eden işkolik patronunuz, sizi sınıfta bırakan kızkurusu ingilizce hocanız, ne
yapsanız da yaranamadığınız evsahibiniz, gıcık ve meraklı komşunuz filan hep bu çocukların büyümüş hali işte. Valla!
Yalan söylüyorsam Arap olayımJ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)