3 Haziran 2015 Çarşamba 0 yorum

HAYALLERİMİN VE YETENEKLERİMİN PEŞİNDEN...

“..…gitmek istiyorum” dedim. Ama öncesinde “Size aşığım ben.  Size ve ofisinize ancak…” diye söze giriş yapmıştım. Aklından geçenleri göstermeyen bir yüz ifadesiyle yüzüme baktı. Anlayabildiğim tek duygu hafif bir şaşkınlıktı zira sol kaşını hafifçe yukarı kaldırmıştı. Fakat o şaşkınlık daha sonra yerini içten bir gülümsemeye bıraktı. Bakışlarında biraz da alaycılık vardı ama birkaç saniye süren o ifadeyi görmezden geldim.

 “Ben de sana aşığım öncelikle onu belirteyim” diye söze başladı. “Neymiş hayallerin bir anlat bakalım. Nasıl para kazanmayı düşünüyorsun?” Üzerine ışık tutulmuş tavşan gibi öylece bakakaldım. Henüz bir şey düşünmemiştim ve bunu açıkça söyleyemezdim.  Birkaç cümleyle derdimi ve yapmak istediklerimi anlattım. İşin garibi anlatana kadar ne yapmak istediğime dair hiçbir fikrim yoktu. Sırf onu ikna etmek için uydurduğum planlar sonradan mantıklı iş alanları yaratacak gibi görünüyordu. Ağzımdan dökülen benim bile inanmadığım planlarımı sakince dinledi.   “ Tünelin sonunda gördüğün ışığı benim de görmem lazım. Hayatında zorluklar yaşadın. Sorumlu olduğun insanlar var. Seni öyle sokağa bırakamam. “

Hayat ne tuhaftı, karşımda bir adam oturuyordu. Tam 10 yıldır beraber çalışıyorduk ama onun dışında hiçbir bağımız yoktu görünürde. Ama içimizde birbirimize derinden bağlıydık belli ki. Bana karşı kendini sorumlu hissediyordu ben de ona karşı kendimi sorumlu hissediyor olmalıyım ki öyle çekip gidemedim, önce iyi olacağıma dair onu ikna etmeliydim. Birden bilinçaltım açıldı ve kelimeler ağzımdan yuvarlandı sanki. “Benim için sizin onayınız çok önemli. Ailemde kollayıcı bir erkek figürü yok biliyorsunuz. Ne eşim, ne dayım ne amcam…Siz benim için o kollayıcı erkek figürüsünüz”  Çok duygusal bir andı. Bilmeden ağır bir rol biçmiştim kendisine. O da kabul etmişti anlaşılan. Sözcükler bir bir dökülürken ben de ne dediğime şaşırıyordum.
Çok inanılmaz bir sistemin içerisindeyiz hakikaten. Bunu da geçen gün düşündüm. Sonuçta hayatta bir başıma gibi hissediyordum kendimi. Ama yine de öyle kalınmıyor ki bir başına. Bazı kilit noktalara önemli insanlar yerleştiriliyor ve onlar görev süreleri boyunca o noktalardan seni gizlice desteklemeye, kendi ayaklarının üzerinde durabilene kadar uzaktan izlemeye devam ediyorlar. Baktılar tökezliyorsun, kanatlarından biraz tutuveriyorlar sana fark ettirmeden. İşte patronum da benim için öyle kilit bir noktadaydı ve gizlice ya da alenen uçuşumu destekliyordu.

 “ Başka bir ofiste işe başlayacağım deseydin ayaklarından tutar bırakmazdım ama belli ki kendin için bir şeyler yapmak istiyorsun, bana da senin yolunu açmak düşer” dedi. Fazla söze gerek yoktu. Artık yalnız uçmak, bir bilinmeze doğru kanat açmak istiyordum. Ve bu isteğim bir şekilde kabul görmüştü. Fazla vakti yoktu hızlıca çıkması gerekiyordu bir toplantı için. Konuşmayı ertesi gün tamamlamak, ayrıntıları konuşmak üzere yarım bıraktık. Asistanı olduğum için sadece 20 dakikası olduğunu bilerek konuşmayı başlatmıştım. İlk sefer için daha uzun bir konuşmayı yüreğim kaldırmayacaktı zira. O çıktığında ve ben yerime oturduğumda hafiflemiş gibiydim ama tam olarak da durumun farkında değildim. Bir süre kimseyle paylaşmamı istedi. Sanırım onun da içinde sindirmesi gerekiyordu. Akşam saatlerinde ofise döndüğünde artık arkadaşlarıma söyleyebileceğimi belirtti. O noktadan sonra durum kontrol edilemez bir hal almaya başlamıştı. Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim ve önümü göremiyordum. Fakat içimdeki ses devam etmemi, asla korkuya kapılıp yolumu değiştirmemem gerektiğini söylüyordu. 

10 yılımı birlikte geçirdiğim insanlara bir bir durumumu açıkladım. Seçtiğim kelimeler aşağı yukarı aynıydı, tepkilerse çalışma arkadaşlarımın karakterlerine göre değişiyordu. Örneğin anaç olan dostum “hemen hesaplarını getir, sen paradan anlamazsın ben sana en azından bir yıllık bir kazanç-gider dengesi hazırlayacağım” derken, daha gerçekçi olan bir diğeri “maddi manevi her daim yanındayım yolun açık olsun” diyor, öteki “sakın bize sormadan ortaklık filan kurma onca avukatız her adımını bize danış” derken, emekli olmak üzere olan beriki “ kızım bari kızını filan evlendirip öyle yoluna gitseydin. Ne yapacaksın öyle yalnız güvencesiz “ diyerek çekincelerini dile getiriyordu. Hepsi çok farklı tepkiler vermişti ama ortak yanları sevgiydi. Bana karşı inanılmaz bir sevgi hissediyorlardı. O an ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Ne kadar sevildiğimi, onaylandığımı, değer gördüğümü. Kaç insan bu güzel ayrıcalığı tadabiliyordu acaba? İşlerinden, patronlarından nefret eden onca insan tanımıştım. Bu bir ayrıcalık değil de neydi ki? Yüce yaratıcı hayatıma onca zorluk koyarken, bu alanı özellikle rahat, güvenli ve sevgi dolu tutmuştu belli ki. Çalışma ortamım ve kazancım da çok kötü olsaydı o zaman onca acı dolu deneyimi yaşarken ayakta kalmayı başarabilir miydim? Oradan oraya savrulurken tutunacak dalım olmasa istikrarlı bir şekilde durup fırtınanın geçmesini bekleyebilir miydim? Kayıplarımı yaşarken kimse sırtımı sıvazlamasa kalkıp tekrar yoluma devam edebilir miydim? Cevap çok netti. Korunuyordum ve bu koruma ilahi düzen içerisinde bana iş ortamım olarak sunulmuştu.

Fakat ruhum gelişmek ve yeni deneyimler yaşamak istiyordu ve burada kalarak bunu yaşayamayacaktım. Çünkü bedenimi tüm gün ofiste oturur vaziyette tutmak için ekstra çaba harcamam gerekiyordu ve bu duygu beni çok yoruyordu. Güvenli ortamı bırakıp derin sularda yüzmek çok korkutucuydu ama bunu yapmazsam hep olduğum yerde kalmak da çok korkutucuydu. Ya şimdi ya da hiçti. Çünkü kırk yaşındaydım. Ne saçma sapan kararlar alıp kendini tehlikeye atacak kadar genç ne de artık kıpırdama gücü bulamayacak kadar yaşlıydım. Bir yerde okumuştum. Kırk yaş bilgelik yaşıydı. Bu zamana kadar bir sürü harika dersler almış, farklı deneyimler ve farkındalıklar kazanmıştım. Bu hayatta olduğuma göre derslerim devam ediyordu. O halde daha önce aldığım dersleri almak yerine yeni dersler almak, yeni hocalar tanımak için cesaret göstermeli, yolumu açmalıydım. İşte tüm bu düşüncelerdi beni ayrılık kararına götüren. Daha önce cesaret edemeyişimin sebebi ise sevgi, güven ve alışılmışın verdiği rahatlık duygularıydı. Çok uzun bir düşünme karar verme sürecinden sonra işte bu noktadaydım. İşin en zor aşamasını geçmiş, patronuma ve iş arkadaşlarıma söylemeyi başarmıştım. Ve ben, bunca karışık duyguyu hissederken hiçbir tepkide bulunmamış, her şey sıradanmış gibi davranmıştım.  Bu normal miydi?

Aslında pek de normal olmadığını daha dün fark ettim. Ofiste çok sevdiğim bir arkadaşım için sürpriz bir emeklilik partisi düzenledik. Haberi yokken toplanıp harika bir yemek organize ettik. Daha öncesinde tek tek ona olan duygularımızı bir videoya kaydetmiştik ve masaya oturunca öyle aniden gösteriverdik. Hepimiz o kadar içten ona sevgilerimizi sunmuştuk ki, izlerken her konuşan kişi sanki emekli olan arkadaşım için değil benim için konuşuyormuş gibi hissettim. Ve o noktadan sonra kontrolümü kaybettim. Ağladım, ağladım, ağladım. Sanki işimden değil eşimden ayrılıyormuşum gibi. Sanki dünyanın bayıldığı, yakışıklı, zengin, anlayışlı ve sevgi dolu bir kocam varmış ama ben artık ona âşık olmadığım için boşanmak istiyormuşum, dışarda da başka yakışıklılarla flört ediyormuşum gibi.  Biliyorum bu söylem yakışık almadı ama hissettiğim tam olarak bu!

Peki, şimdi ne olacak? Gerçekten bilemiyorum. Aklımda Şems-i Tebrizi’nin sanki benim için söylenmiş bir sözüyle yola devam….

“Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.”
 
;