“..…gitmek istiyorum” dedim. Ama öncesinde “Size aşığım ben.
Size ve ofisinize ancak…” diye söze
giriş yapmıştım. Aklından geçenleri göstermeyen bir yüz ifadesiyle yüzüme
baktı. Anlayabildiğim tek duygu hafif bir şaşkınlıktı zira sol kaşını hafifçe
yukarı kaldırmıştı. Fakat o şaşkınlık daha sonra yerini içten bir gülümsemeye
bıraktı. Bakışlarında biraz da alaycılık vardı ama birkaç saniye süren o
ifadeyi görmezden geldim.
“Ben de sana aşığım
öncelikle onu belirteyim” diye söze başladı. “Neymiş hayallerin bir anlat
bakalım. Nasıl para kazanmayı düşünüyorsun?” Üzerine ışık tutulmuş tavşan gibi
öylece bakakaldım. Henüz bir şey düşünmemiştim ve bunu açıkça söyleyemezdim. Birkaç cümleyle derdimi ve yapmak
istediklerimi anlattım. İşin garibi anlatana kadar ne yapmak istediğime dair
hiçbir fikrim yoktu. Sırf onu ikna etmek için uydurduğum planlar sonradan mantıklı
iş alanları yaratacak gibi görünüyordu. Ağzımdan dökülen benim bile inanmadığım
planlarımı sakince dinledi. “ Tünelin
sonunda gördüğün ışığı benim de görmem lazım. Hayatında zorluklar yaşadın.
Sorumlu olduğun insanlar var. Seni öyle sokağa bırakamam. “
Hayat ne tuhaftı, karşımda bir adam oturuyordu. Tam 10
yıldır beraber çalışıyorduk ama onun dışında hiçbir bağımız yoktu görünürde.
Ama içimizde birbirimize derinden bağlıydık belli ki. Bana karşı kendini sorumlu
hissediyordu ben de ona karşı kendimi sorumlu hissediyor olmalıyım ki öyle
çekip gidemedim, önce iyi olacağıma dair onu ikna etmeliydim. Birden
bilinçaltım açıldı ve kelimeler ağzımdan yuvarlandı sanki. “Benim için sizin
onayınız çok önemli. Ailemde kollayıcı bir erkek figürü yok biliyorsunuz. Ne
eşim, ne dayım ne amcam…Siz benim için o kollayıcı erkek figürüsünüz” Çok duygusal bir andı. Bilmeden ağır bir rol
biçmiştim kendisine. O da kabul etmişti anlaşılan. Sözcükler bir bir dökülürken
ben de ne dediğime şaşırıyordum.
Çok inanılmaz bir sistemin içerisindeyiz hakikaten. Bunu da
geçen gün düşündüm. Sonuçta hayatta bir başıma gibi hissediyordum kendimi. Ama
yine de öyle kalınmıyor ki bir başına. Bazı kilit noktalara önemli insanlar
yerleştiriliyor ve onlar görev süreleri boyunca o noktalardan seni gizlice
desteklemeye, kendi ayaklarının üzerinde durabilene kadar uzaktan izlemeye
devam ediyorlar. Baktılar tökezliyorsun, kanatlarından biraz tutuveriyorlar
sana fark ettirmeden. İşte patronum da benim için öyle kilit bir noktadaydı ve
gizlice ya da alenen uçuşumu destekliyordu.
“ Başka bir ofiste
işe başlayacağım deseydin ayaklarından tutar bırakmazdım ama belli ki kendin
için bir şeyler yapmak istiyorsun, bana da senin yolunu açmak düşer” dedi. Fazla
söze gerek yoktu. Artık yalnız uçmak, bir bilinmeze doğru kanat açmak
istiyordum. Ve bu isteğim bir şekilde kabul görmüştü. Fazla vakti yoktu hızlıca
çıkması gerekiyordu bir toplantı için. Konuşmayı ertesi gün tamamlamak,
ayrıntıları konuşmak üzere yarım bıraktık. Asistanı olduğum için sadece 20
dakikası olduğunu bilerek konuşmayı başlatmıştım. İlk sefer için daha uzun bir
konuşmayı yüreğim kaldırmayacaktı zira. O çıktığında ve ben yerime oturduğumda
hafiflemiş gibiydim ama tam olarak da durumun farkında değildim. Bir süre
kimseyle paylaşmamı istedi. Sanırım onun da içinde sindirmesi gerekiyordu.
Akşam saatlerinde ofise döndüğünde artık arkadaşlarıma söyleyebileceğimi
belirtti. O noktadan sonra durum kontrol edilemez bir hal almaya başlamıştı.
Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim ve önümü göremiyordum. Fakat içimdeki
ses devam etmemi, asla korkuya kapılıp yolumu değiştirmemem gerektiğini
söylüyordu.
10 yılımı birlikte geçirdiğim insanlara bir bir durumumu
açıkladım. Seçtiğim kelimeler aşağı yukarı aynıydı, tepkilerse çalışma
arkadaşlarımın karakterlerine göre değişiyordu. Örneğin anaç olan dostum “hemen
hesaplarını getir, sen paradan anlamazsın ben sana en azından bir yıllık bir
kazanç-gider dengesi hazırlayacağım” derken, daha gerçekçi olan bir diğeri
“maddi manevi her daim yanındayım yolun açık olsun” diyor, öteki “sakın bize
sormadan ortaklık filan kurma onca avukatız her adımını bize danış” derken,
emekli olmak üzere olan beriki “ kızım bari kızını filan evlendirip öyle yoluna
gitseydin. Ne yapacaksın öyle yalnız güvencesiz “ diyerek çekincelerini dile
getiriyordu. Hepsi çok farklı tepkiler vermişti ama ortak yanları sevgiydi.
Bana karşı inanılmaz bir sevgi hissediyorlardı. O an ne kadar şanslı olduğumu
düşündüm. Ne kadar sevildiğimi, onaylandığımı, değer gördüğümü. Kaç insan bu
güzel ayrıcalığı tadabiliyordu acaba? İşlerinden, patronlarından nefret eden
onca insan tanımıştım. Bu bir ayrıcalık değil de neydi ki? Yüce yaratıcı
hayatıma onca zorluk koyarken, bu alanı özellikle rahat, güvenli ve sevgi dolu
tutmuştu belli ki. Çalışma ortamım ve kazancım da çok kötü olsaydı o zaman onca
acı dolu deneyimi yaşarken ayakta kalmayı başarabilir miydim? Oradan oraya
savrulurken tutunacak dalım olmasa istikrarlı bir şekilde durup fırtınanın
geçmesini bekleyebilir miydim? Kayıplarımı yaşarken kimse sırtımı sıvazlamasa
kalkıp tekrar yoluma devam edebilir miydim? Cevap çok netti. Korunuyordum ve bu
koruma ilahi düzen içerisinde bana iş ortamım olarak sunulmuştu.
Fakat ruhum gelişmek ve yeni deneyimler yaşamak istiyordu ve
burada kalarak bunu yaşayamayacaktım. Çünkü bedenimi tüm gün ofiste oturur
vaziyette tutmak için ekstra çaba harcamam gerekiyordu ve bu duygu beni çok
yoruyordu. Güvenli ortamı bırakıp derin sularda yüzmek çok korkutucuydu ama
bunu yapmazsam hep olduğum yerde kalmak da çok korkutucuydu. Ya şimdi ya da
hiçti. Çünkü kırk yaşındaydım. Ne saçma sapan kararlar alıp kendini tehlikeye
atacak kadar genç ne de artık kıpırdama gücü bulamayacak kadar yaşlıydım. Bir
yerde okumuştum. Kırk yaş bilgelik yaşıydı. Bu zamana kadar bir sürü harika
dersler almış, farklı deneyimler ve farkındalıklar kazanmıştım. Bu hayatta
olduğuma göre derslerim devam ediyordu. O halde daha önce aldığım dersleri
almak yerine yeni dersler almak, yeni hocalar tanımak için cesaret göstermeli,
yolumu açmalıydım. İşte tüm bu düşüncelerdi beni ayrılık kararına götüren. Daha
önce cesaret edemeyişimin sebebi ise sevgi, güven ve alışılmışın verdiği
rahatlık duygularıydı. Çok uzun bir düşünme karar verme sürecinden sonra işte
bu noktadaydım. İşin en zor aşamasını geçmiş, patronuma ve iş arkadaşlarıma
söylemeyi başarmıştım. Ve ben, bunca karışık duyguyu hissederken hiçbir tepkide
bulunmamış, her şey sıradanmış gibi davranmıştım. Bu normal miydi?
Aslında pek de normal olmadığını daha dün fark ettim. Ofiste
çok sevdiğim bir arkadaşım için sürpriz bir emeklilik partisi düzenledik.
Haberi yokken toplanıp harika bir yemek organize ettik. Daha öncesinde tek tek
ona olan duygularımızı bir videoya kaydetmiştik ve masaya oturunca öyle aniden
gösteriverdik. Hepimiz o kadar içten ona sevgilerimizi sunmuştuk ki, izlerken
her konuşan kişi sanki emekli olan arkadaşım için değil benim için konuşuyormuş
gibi hissettim. Ve o noktadan sonra kontrolümü kaybettim. Ağladım, ağladım,
ağladım. Sanki işimden değil eşimden ayrılıyormuşum gibi. Sanki dünyanın
bayıldığı, yakışıklı, zengin, anlayışlı ve sevgi dolu bir kocam varmış ama ben
artık ona âşık olmadığım için boşanmak istiyormuşum, dışarda da başka
yakışıklılarla flört ediyormuşum gibi. Biliyorum
bu söylem yakışık almadı ama hissettiğim tam olarak bu!
Peki, şimdi ne olacak? Gerçekten bilemiyorum. Aklımda Şems-i
Tebrizi’nin sanki benim için söylenmiş bir sözüyle yola devam….
“Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan
ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten
kendiliğinden gelir.”