30 Mart 2015 Pazartesi

ŞEFKAT GÖZLÜKLERİ



Hışımla çantasını fırlatmış belli ki, zira okul kokmuş mor çantayı kapının girişinde yerde buldum. Eve ondan geç geldiğim için, duygu durumunu çantanın pozisyonuna göre tahmin edebiliyorum. Düzgünce kapının sağındaki koltuğa bırakılmışsa örneğin, sakin ve nispeten güzel bir okul günü geçirmiş. Koltuk yerine yerde duruyorsa, kafasını kurcalayan bir şeyler var. Kapının girişine doğru özensizce fırlatılmışsa kırmızı alarm. Belli ki sevimsiz bir okul günüymüş. Biraz sakinleştirilmeye, sevilmeye, konuşturulup rahatlatılmaya ihtiyacı var.

Sessizce odasına gittim. Baktım ödev yapıyor. Sandalyesinde kaykılmış, üzerinde hala forması var. Okul ve toz kokan başını öptüm. Umutsuzca gözlerini bana dikti. Anlaşılan kolay teslim olmayacak. İki sevgi sözcüğüyle konuşturmayı başaramayacağım.

“En sevdiğin yemeği yapmıştım dün” dedim.

“İyi” dedi ilgisizce. Sonra da üzgün kara gözlerini ödevine yeniden çevirdi.

“Bu gün ofis çok sıkıcıydı. Kendimi çok iyi hissetmiyorum ben pek. ” dedim.

Bu kez bir söz söyleme gereği bile duymadı. Oysaki onaylama cümlesiyle kendisini ifade etmeye hevesli olur sanmıştım. Yanlış taktik. Başka bir şey denemeliyim.

“Ofis bazen çok zorlayıcı olabiliyor. Özellikle arkadaşlar bazen çekilmez oluyorlar. Okulda öyleydi. Hiçbir farkı yok bence!”

Tekrar baktı. Bu kez gözünde bir kıvılcım yakaladım. Hadi çalıştır saksıyı Banu. Kendi okul yıllarını hatırla. Ne yapmış olabilir bu acımasız cüceler benim prensesime? Dalga mı geçtiler acaba dur bakayım?

“Bana küçükken Arap derlerdi. Çok üzülürdüm. Ne acımasız oluyor bazen şu çocuklar”

Cevap yok. Bu da işe yaramadı. Demek ki dalga geçmiyorlar. Peki, ne yapıyor olabilirler?

“Kendimi sınıfta yalnız hissederdim. Pek kimseyle oynamazdım. İletişim kurmak kolay değildi.”

Bu kez ilgiyle beni dinliyor.

“Yalnız mı bırakırlardı seni?”

“Evet, yalnız takılırdım çoğunlukla.”

“Ben de sınıfta yalnızım genelde. Her teneffüs diğer sınıftaki arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalıyorum..”

Evvet yakaladım işte. Demek ki kendini bu yeni sınıftaki çocuklardan soyutluyor.

“Arkadaşlarımın olduğu diğer sınıfa geçmek istiyorum anne ben.”

“Ama Derin’ciğim daha önce de konuştuk ya. Okulun kapanmasına çok az kaldı, artık bu saatten sonra sınıfını değiştirmezler. Hem değişiklik istiyorsan sen müdürle konuşmalısın. Ben senin yerine yapamam ki bu konuşmayı.”

“Konuştum zaten!”

Çok iyi. Demek ki kendini ifade edebiliyor. Benden medet ummak yerine, dümeni eline almış, istediği değişiklikleri kendisi hayata geçirmeye çalışıyor. Ama anlaşılan çabaları işe yaramamış. İstemediği sınıfta tutsak edilmiş gibi hissediyor kendini. Bu tutsaklık hissi nedeniyle de kendini izole ediyor herhalde. E hal böyle olunca da diğer çocuklar onu aralarına kabul etmiyorlar. Şu anda yapabileceğim bir şey yok tabii. Sonuçta onun yerine deneyimlerini yaşayamam, acılarını, küskünlüklerini, kızgınlıklarını hissedemem. Ama o bunları hissederken varlığımla, sevgimle onu rahatlatabilirim, daha kolay atlatmasını sağlayabilirim belki.

Kendi küçüklüğüme baktığımda en çok bu yanımın eksik kaldığını hatırlıyorum. Ailemden yaşadığım şeyleri anlamalarını beklemiyordum fakat arkamda durup ne yaparsam yapayım beni desteklediklerini, acı çekerken sevgileriyle içimi huzurla doldurmalarını bekliyordum. Sıkıntıları anlatmak istemezdim. Çünkü çözüm bulmalarını istemiyordum ki. Benim kendimce çözümlerim vardı. Ben sadece sevgiyle sarmalanmak istiyordum o kadar. Dikkat edin bakın kimse derdini bir başkasına çözüm bulsun diye anlatmaz. Çözümleri dinlemez bile. Onun tek istediği dinlenmek, içini dökmektir. Sizin oradaki varlığınız, sevgi dolu bakışlarınız, belki ufak dokunuşlarınız yeterlidir.

Bu noktada kızıma yardım etmek için varlığımı kullanmam yetecekti. Bir de empati yeteneğinin gelişmesine katkıda bulunabilirdim belki. Yani arkadaşlarının neden bu kadar acımasız olduğunu anlarsa belki onları affetmesi daha kolay olurdu. Affetmenin önemini biliyordum. Sonuçta keskin sirke küpüne zarardı. Onlara öfkelendikçe kendi ruhuna zarar veriyordu. Yani affetmesi “hadi artık öpüşün barışın, kardeş kardeş oynayın artık” mantığıyla değil “bana yaptığı acımasızlıkların temelde bir nedeni var. Yaptığı şeylerden dolayı ona kızgınım ama sebeplerini de anlıyorum. Ve onu kendi haline bırakıyorum” mantığıyla olmalıydı. İçinde yaptığı bu tür bir affetme onun daha fazla öfkelenmesini engelleyecek, sirkenin küpüne zarar vermesi riskini bertaraf edecekti. Onu üzen çocuklarla oynamak hatta muhatap olmak zorunda bile değildi ancak içindeki öfke ve kinden kurtulmak zorundaydı.

Ben bir psikolog değilim tabii, ancak 11 yıllık anneyim. Kendi çocuğum ve etrafımdaki çocuklardan gözlemlediğim kadarıyla çocuklar empati yeteneğiyle doğmuyor. Daha çok hayatta kalma içgüdüleri neticesinde bencilce hareket ediyorlar. Karşıdakinin o anki içinde bulunduğu durumu anlamak, hislerini algılamak ve buna göre geri bildirimde bulunmak ancak olgunlaştıkça artan bir farkındalık seviyesi. Fakat ben yine de bu sürecin hızlandırılabileceğini düşünüyorum. Ebeveynlerinin söyledikleri değil kendi davranış biçimleri çocuğun bu konudaki bilincini geliştiriyor kanımca. Bekleyip çocuğumun farkındalığının kendiliğinden artmasını umabilirdim ama o kadar vaktim yoktu. Çok sıkıntılı görünüyordu ve kendi inanç sistemime göre biz bu hayata sıkıntı çekmek için değil, keyif almak ve mutlu olmak için gelmiştik. Elbette ki zorluklarla mücadele edecektik ancak eğer bu zorlukları atlatmanın daha kolay yolları varsa neden bekleseydik ki?

Neticede Derin’i bu içinde bulunduğu zor durumda desteklemek kendi çözümünü üretmesi için harekete geçirmek istiyordum. Saksıyı çalıştırmalı güzel bir yol bulmalıydım. Sonuçta Derin’in başkasının ayakkabılarıyla yürümesini sağlayacaktım ve bunu çocuksu bir yolla yapmalıydım. Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm ve nihayetinde aklıma harika bir fikir geldi.

Hemen koşup içerden geçen gün aldığım parti gözlüğünü kapıp getirdim. Üzerinde kalpler olan çok eğlenceli bir gözlüktü bu. Ödevini bitirince yanıma gelmesini, bir oyun oynayacağımızı söyledim Derin’e. İkimizde hazır olduğumuzda konuyu açtım. Ofiste çok zor bir gün geçirdiğimi, falanca hanımla neredeyse tartışma noktasına geldiğimizi, ona karşı çok öfkeli olduğumu söyledim. Beni şüpheyle dinliyordu. Dedim ki:

“Bak Derin, bu bir şefkat gözlüğü”

Anlamamış bir ifadeyle yüzüme baktı.

“Yani bu gözlükleri taktığında sorun yaşadığın insanları şefkat, merhamet ve sevgi penceresinden görebiliyorsun. Sihirli bir gözlükmüş gibi düşün.”

Yüzündeki şaşkın ifade sürüyordu. Fazla uzatmadan konuya girdim.

“Bak şimdi. Gözlükleri takmadan önce falanca hanım hakkındaki fikirlerim şöyle”

O arada hemen kısa bir senaryo yazdım. Güya yaptığım ufak bir hata neticesinde falanca hanım bana çok kızmıştı ve kendimi haksızlığa uğramış gibi hissediyordum. Öfkeli ve kızgındım. Bu hikâyeyi bir çırpıda anlattım ve ardından hemen gözlüğü taktım. Gözlüğü takınca yüzündeki ifade anında değişti. Kesin kalpli gözlüklerle çok komik görünüyordum. Kıkırdamaya başladı. Aramızdaki buzlar eriyordu anlaşılan doğru yoldaydım.

“Falanca hanımla aslında aram normalde iyidir. Sakin ve anlayışlı biridir. Normal bir vakitte olsa yapmış olduğum hatayı bu kadar büyütmeyip göz ardı edebilirdi ama bugün o da kötü bir gün geçiriyordu aslında. Benimle yaşadığı olaydan önce o da patrondan biraz azar işitmişti. Kendini kötü hissediyordu belli ki. O da öfkesini kontrol edemeyince bana patladı. Hem bir süredir babası hastanede ve onun için çok endişeleniyor. Tüm bunlar bana karşı davranış biçimini haklı bir hale getirmiyor elbette ve bir süre onunla vakit geçirmek istemiyorum ama en azından içinde bulunduğu durumu anlıyorum. Ona karşı sabahki kadar öfkeli değilim artık. Hatta onun ve babası için üzüldüğümü bile söyleyebilirim. Anneannen hastanedeyken ben de çok gergin ve stresliydim. O zamanları iyi hatırlıyorum”

Bana dikkatli gözlerle bakıyordu. Gözlüğü çıkarıp kenara koydum.

“Gözlüğün nasıl çalıştığını anladın mı Derin’ciğim” diye sorduğumda gözlüğü takmak için pek hevesli görünmüyordu.

“Denemek ister misin?”

“Hayır!”

Çok kesin bir cevaptı üstüne gidemedim. Kendi haline bırakmalı, öfkesini biraz hazmetmesini sağlamalıydım yoksa ters tepebilirdi.

Birkaç gün sıkıntısı devam etti ama bir daha bu konuda hiç konuşmadık. Aradan kısa bir süre sonra geçtikten sonra bir gün baktım odasından öfkeli nidalar yükseliyor. Sessizce kulak kabarttım, bizimki kedimiz Ceviz’i bir daha bardağından su içmemesi konusunda sertçe uyarıyor. Sonra gelip Ceviz’i bana şikâyet etti. Ceviz, o ödev yaparken masadaki içeceğini içiyormuş. Hatta yetmeyip duştaki suyu da içiyormuş. Çok iğrenç buluyormuş bu hareketini. Her ikisi de çok sevimli görünüyordu ama şikâyetleri büyük bir ciddiyetle dinledim. Sonra aniden yerinden fırlayıp şefkat gözlüğünü gözüne taktı. Ve ağzından şu harika kelimeler döküldü:

“Ceviz normalde çok sevimli bir kedidir. Kedi olduğu için suyu nereden içtiğinin önemi yok. Pis ya da temiz ayırımı yapamıyor ama anladığım kadarıyla akan su ya da yeni koyulmuş su içmeyi seviyor. Ben son zamanlarda onun suyunu değiştirmeyi geciktiriyordum nasılsa var diye. Ama daha sık değiştirmem gerekiyor demek ki!”

Sonra gözlükleri çıkardı ve “nasıldım ama?” tavırlarıyla onay bekleyen kocaman gözlerini gözlerime dikti. Evet, sorunlarına çözüm bulamamıştık o zaman için ama en azından başka canlıları anlaması için bir adım atmış olduk. Hem de kocaman bir adım!

Öfke, kızgınlık, kin ve nefret gibi duygular kendimizi kurban gibi hissetmemizi sağlar. Ama bir yandan da intikam duygusunun ileride yaşatacağı haz nedeniyle hayata tutunma nedenimiz olabilir. Yaşamımızda tutunacak daha keyifli dallarımız yoksa boşluğa düşme kaygısıyla bu negatif duyguları bile bırakmak için hevesli olmayabiliriz. Ancak unutmamalıyız ki bu duyguların hiç birini gerçekte karşı tarafa tam olarak yansıtmayız hepsini içimizde tutup, kendi zihnimizin kölesi olur, kendi kendimizi ateşlerde yakarız. Cehennem ateşinde yanmak yerine cennetin gül bahçelerinde dolaşmak için bir şefkat gözlüğü edinmeniz dileğiyle…

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;