“Bir varmış bir yokmuş, teknoloji çağında, iki kıtayı
birbirine bağlayan kocaman bir köyde saçları başaktan sarı, gözleri denizler
kadar mavi, dudakları kirazdan kırmızı ufak tefek bir kız yaşarmış. Bu kızın
adı Selin’miş ama herkes ona Kırmızı Bağcıklı Kız dermiş” diye başlıyordu
hikâyesi.
Gerçekten de çok saçmaydı, çok az insan onu adıyla
tanıyordu. Çok ufakken annesi ona kırmızı bağcıklı bir ayakkabı almıştı. O
ayakkabıyı o kadar sevmişti ki, eskiyip püsküyene, ucu başka dili başka yere
kayana kadar ayağından hiç çıkarmamıştı. Mahalledeki çocuklar onunla dalga
geçiyordu ama ne kadar dalga geçilse de inadını sürdürmekte kararlıydı. Artık
ayakları büyüyüp ayakkabı ayağına sığmaz olduğunda annesi yeni bir bağcıklı
ayakkabı alma sözüyle onu ikna etmişti etmesine ama yeni gelen ayakkabının
bağcıkları kırmızı değil yeşildi. Bu bir kâbustu onun için. Yeni bağcıkları
görünce kendini yerden yere attı. Annesi kırmızı bağcık inadını anlamıyordu ama
yine de ona kırmızı bağcıkları bulacağına söz verdi. Bağcıklarını bekleme
süresi ona çok uzun gelmişti. Ayağına başka bir ayakkabı da giymek istemiyordu,
hatta annesini okula terlikle gitmekle tehdit etmişti. Yeşil bağcıklar hiç ona
göre değildi. Bu yeni bağcıklarla kendini kesinlikle Selin gibi hissetmiyordu,
sanki birden bire kuzeni Ece oluvermişti. Bu durum onu daha da çileden
çıkarıyordu zira kuzenine kesinlikle katlanamıyordu.
Annesi bir yandan kırmızı bağcıkları arıyor, bir yandan da konu komşuya düştükleri komik durumu anlatıyordu. Kısa sürede tüm mahallenin Selin’in bu kırmızı bağcık merakından haberi oldu. O yıllarda mahalle kültürü hala devam ediyordu ve insanlar bazı belirgin özelliklerine göre lakaplarıyla anılıyorlardı. Günün birinde mahallenin fırlama delikanlılarından biri ona adıyla hitap etmek yerine “kırmızı bağcıklı kız” deyiverdi şu meşhur masala ithafen. O gün bugündür de kimse onun gerçek adını bilmez oldu. Hatta daha da kısaltıp “Kırmızı” demeye başladılar. Öyle ki Selin bundan sonraki hayatına Kırmızı olarak devam edecek ve kendisi bile Selin’liğini hatırlamayacaktı. Yıllar geçip de artık ergenlik dönemine girdiğinde, diğer tüm yaşıtları gibi farklı olma kaygısı taşıyordu. Ve lakabı bu anlamda ona çok avantaj sağlamıştı.
Zamanla Kırmızı olmaktan çok keyif aldığının farkına vardı. Bu arada çocukluğundaki bağcık takıntısının yerini kırmızı herhangi bir aksesuar almıştı. Bir gün kırmızı bir bileklik takıyorsa, ertesi gün bir şapka, başka bir gün bir fular takıyor, kırmızılığının en çok da farklılığının altını çiziyor, kendini özel hissediyordu.
Annesi bir yandan kırmızı bağcıkları arıyor, bir yandan da konu komşuya düştükleri komik durumu anlatıyordu. Kısa sürede tüm mahallenin Selin’in bu kırmızı bağcık merakından haberi oldu. O yıllarda mahalle kültürü hala devam ediyordu ve insanlar bazı belirgin özelliklerine göre lakaplarıyla anılıyorlardı. Günün birinde mahallenin fırlama delikanlılarından biri ona adıyla hitap etmek yerine “kırmızı bağcıklı kız” deyiverdi şu meşhur masala ithafen. O gün bugündür de kimse onun gerçek adını bilmez oldu. Hatta daha da kısaltıp “Kırmızı” demeye başladılar. Öyle ki Selin bundan sonraki hayatına Kırmızı olarak devam edecek ve kendisi bile Selin’liğini hatırlamayacaktı. Yıllar geçip de artık ergenlik dönemine girdiğinde, diğer tüm yaşıtları gibi farklı olma kaygısı taşıyordu. Ve lakabı bu anlamda ona çok avantaj sağlamıştı.
Zamanla Kırmızı olmaktan çok keyif aldığının farkına vardı. Bu arada çocukluğundaki bağcık takıntısının yerini kırmızı herhangi bir aksesuar almıştı. Bir gün kırmızı bir bileklik takıyorsa, ertesi gün bir şapka, başka bir gün bir fular takıyor, kırmızılığının en çok da farklılığının altını çiziyor, kendini özel hissediyordu.
Tüm bunlar nereden de aklına gelmişti şimdi. Saat yediyi çoktan geçmişti. Akşamın bu
saatlerinde trafikte olmaktan nefret ediyordu. Gerçi arabası yoktu. Bundan da
hiç gocunmuyordu. İstanbul’da bu saatlerde araba kullanıyor olmak Dante’nin dokuz
kat cehenneminin 5. Katında, gazap ve öfke verenlerin arasında olmaktan
farksızdı biliyordu. Daha doğrusu tahmin ediyordu. Şimdiye dek sol ön koltukta
hiç oturmamıştı. Tamam, Londra’da oturmuştu ama bu sayılmazdı. Araba kullanmayı
hiç öğrenememişti, çünkü hiç istememişti. Bırakın arabada olmak yaya olmak bile
onu boğuyordu. Zaten çok yorucu bir iş günü geçirmişti. Patronuna dert anlatmak
deveye hendek atlatmaktan zordu. Yani herhalde öyleydi daha önce bir deveye
hendek atlatmaya çalışmamıştı ama patronuna projedeki değişikliklerin
gerekliliğini kabul ettirmek deveyle girilecek bir ikna münasebetinden daha
zorlayıcıydı emin olun. Saatlerce dil dökmüştü, sonuç koskoca bir hiçti. Adam
Nuh diyor peygamber demiyordu. Bir içkiye ihtiyacı vardı, aslında öncesinde bir
şeyler yese daha doğru olacaktı. Aç karnına içkiyi kaldıramayacak kıvama
gelmişti. Belki de yaşla doğru orantılıydı, 40 yaşındaydı ve içkiye
dayanıklılığı gitgide azalıyordu ters bir orantıyla. Tek başına akşam yemeği de
yemeyi sevmiyordu. Öğlen yemeği tek başına yendiğinde oldukça havalı
görünüyordu. Öğle vakti hoş bir restoranda ufak tefek bir şeyler atıştırmak
bile bir kadın için birkaç yargıda bulunmanızı sağlayabilirdi. Mesela o kadının
bir işi olduğu, hatta meşgul bir kadın olduğu, özgüveni yüksek olduğu ve bağımsız
olduğu çıkarımlarını yapabilirdiniz. Ama akşam yemeği öyle miydi? Akşam yemeği
direk yalnızlığı çağrıştırıyordu. Başka yapacak daha iyi bir plan olmadığının
habercisiydi sanki. Mutsuzluk, umutsuzluk ve hatta evde kalmışlık hissi
veriyordu. Düşündü de aslında bu duygulara o kadar da uzak değildi. Kırk yaşına
gelmişti, hiç evlenmemişti, evlenmeyi bırak doğru dürüst uzun bir beraberlik
bile yaşamamıştı. Erkekleri ondan uzak tutan bir şey vardı sanki bir büyü.
Tam bunları düşünürken karşıdan karşıya geçmek üzere adımını atmak üzereydi ki korkuyla irkildi. Önünden aniden bir araba geçmişti, sürücü öfkeyle bağırıp kornaya basıyor bir yandan da yayalara kırmızı yanan trafik lambasını işaret ediyordu. Dalgınca gözlerini kaldırıp trafik lambasına baktı. “Evet, kırmızı yanıyormuş, durmam gerekiyor” diye geçirdi içinden. Kırmızıda durulur. Kırmızı ve durmak… Kelimeler beyninden hızla akıyordu. O an çok ani gelişen bir aydınlanma yaşadı. Acaba erkekleri uzak tutan o büyü bedeninde her daim taşıdığı, adına kazıdığı kırmızı mıydı? Tüm bu yalnız yılların sorumlusu kırmızı olabilir miydi? Kırmızı insanları ondan uzak tutuyor, durduruyor muydu? Hatta kaçma hissi mi veriyordu? Bu keşfinin ardından bir kafeye uğrayıp bir şeyler içme isteği de kayboldu. Bir an önce eve gidip düşünmek istiyordu. Düşünmek ve bu konuya açıklık getirmek. Eğer biraz daha sokakta kalırsa ezilme tehlikesi geçirmesi kaçınılmazdı, zira odağını bu konu dışında başka hiçbir konuya çekemiyordu. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Ofisinin evine bu kadar yakın olmasıyla gurur duydu. Eve gidince bu yalnızlık konusunu enine boyuna masaya yatıracak, bir farkındalığa varana kadar da didik didik edecekti. Farkındalık bu evrendeki en önemli mücevherdi. Yıllar yılı farkındalık bilinci olmadan aynı deneyimleri yaşamış durmuş, kendince çözümler üretmiş ancak yine de işin içinden çıkamamıştı. Güzeldi, akıllıydı, nazik ve kibardı, oturmasını kalkmasını bilirdi, iyi bir işi vardı, çevresi tarafından seviliyordu ama gel gör ki erkeklerle olan sıkıntısını bir türlü çözememişti.
Tam bunları düşünürken karşıdan karşıya geçmek üzere adımını atmak üzereydi ki korkuyla irkildi. Önünden aniden bir araba geçmişti, sürücü öfkeyle bağırıp kornaya basıyor bir yandan da yayalara kırmızı yanan trafik lambasını işaret ediyordu. Dalgınca gözlerini kaldırıp trafik lambasına baktı. “Evet, kırmızı yanıyormuş, durmam gerekiyor” diye geçirdi içinden. Kırmızıda durulur. Kırmızı ve durmak… Kelimeler beyninden hızla akıyordu. O an çok ani gelişen bir aydınlanma yaşadı. Acaba erkekleri uzak tutan o büyü bedeninde her daim taşıdığı, adına kazıdığı kırmızı mıydı? Tüm bu yalnız yılların sorumlusu kırmızı olabilir miydi? Kırmızı insanları ondan uzak tutuyor, durduruyor muydu? Hatta kaçma hissi mi veriyordu? Bu keşfinin ardından bir kafeye uğrayıp bir şeyler içme isteği de kayboldu. Bir an önce eve gidip düşünmek istiyordu. Düşünmek ve bu konuya açıklık getirmek. Eğer biraz daha sokakta kalırsa ezilme tehlikesi geçirmesi kaçınılmazdı, zira odağını bu konu dışında başka hiçbir konuya çekemiyordu. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. Ofisinin evine bu kadar yakın olmasıyla gurur duydu. Eve gidince bu yalnızlık konusunu enine boyuna masaya yatıracak, bir farkındalığa varana kadar da didik didik edecekti. Farkındalık bu evrendeki en önemli mücevherdi. Yıllar yılı farkındalık bilinci olmadan aynı deneyimleri yaşamış durmuş, kendince çözümler üretmiş ancak yine de işin içinden çıkamamıştı. Güzeldi, akıllıydı, nazik ve kibardı, oturmasını kalkmasını bilirdi, iyi bir işi vardı, çevresi tarafından seviliyordu ama gel gör ki erkeklerle olan sıkıntısını bir türlü çözememişti.
Eve gelince su ısıtıcısını ocağa koydu. Elektrikli
ısıtıcıları sevmiyordu. Eski tip su ısıtıcılarının sesi sıcak bir hissi, yuva
hissini doğuruyordu. Biraz gelenekçi miydi? Belki evet. Bir su ısıtıcısıyla gelenekçi
yanını fark etmişti ya helal olsundu ona. Bu farkındalık çalışmaları zihninde
yeni kapılar açmıştı. Bir süredir bir grup terapisine devam ediyordu. Yaptıkları
drama çalışmalarıyla kendiyle ilgili bir sürü keşfe ulaşmıştı. Tüm din ve
öğretiler boşuna içe bakışa çağırmıyordu. Ocaktan suyu alıp kupaya doldururken
taştığını fark etmedi bile. Hala aklı kırmızıdaydı. Kırmızının bir sembol
olduğunun tabii ki farkındaydı. Farkına vardığı şey yalnızlığının asıl
sorumlusunun kendisi olabileceğiydi. Kırmızı kendisiydi neticede! “Kırmızı
erkekleri kendinden uzak tutuyor, kırmızı erkekleri kaçırıyor”. Bu cümleler
zihninde yankılanınca canı acıdı. Her şeyin sorumluluğunu alacak olmak ağır
gelmişti
Yıllarca hep erkekleri suçlamıştı. Kaba saba, öfkeli ve tabiri caizse öküzlerdi. Kırmızının etkisi burada da görülüyordu belli ki. Matadorlar gibi öfkeli boynuzluları hayatına çekiyor, onlarla savaşıyordu demek. Kendini elindeki pelerini hayatına giren adamlara sallarken hayal etti. Böyle düşünmesi kıkırdamasına yol açmıştı ama aslında gülünecek bir durum yoktu ortada. Üzgündü, hem de çok üzgün. Zaten gençlik yıllarından beri çok kimseyle birlikte olmamıştı, olduğu adamlarla da hiç mutlu olmamıştı. 40 yaşındaydı ve yapayalnızdı.
Yıllarca hep erkekleri suçlamıştı. Kaba saba, öfkeli ve tabiri caizse öküzlerdi. Kırmızının etkisi burada da görülüyordu belli ki. Matadorlar gibi öfkeli boynuzluları hayatına çekiyor, onlarla savaşıyordu demek. Kendini elindeki pelerini hayatına giren adamlara sallarken hayal etti. Böyle düşünmesi kıkırdamasına yol açmıştı ama aslında gülünecek bir durum yoktu ortada. Üzgündü, hem de çok üzgün. Zaten gençlik yıllarından beri çok kimseyle birlikte olmamıştı, olduğu adamlarla da hiç mutlu olmamıştı. 40 yaşındaydı ve yapayalnızdı.
Eline çayını alıp yeşil koltuğuna kıvrıldı ve düşünmeye
başladı. Fonda Getz/Gilberto çalıyordu. Albümü çok severdi, rahatlamasını
sağlıyordu. Zaten son zamanlarda okuduğu kitaplardan zihin ve bedenin bir bütün
olduğunu öğrenmişti. Eğer bedeni rahatlarsa, zihni de rahatlayacaktı böylece derin
düşüncelere dalabilecekti. Nefesini düzenledi, derin derin nefesler alıyor ve
daha uzun bir sürede tüm ciğerini boşaltıyordu. Belli bir dinginliğe
ulaştığında, gözünün önüne ilk ilişkisini getirmeye çalıştı.
Birden zihninde Üniversite’nin avlusunda karşılaştıkları gün belirdi. Hakan komik, esprili bir adamdı. Fakat öfkesini kontrol edemiyordu. Üniversitedeydiler, grupları aynıydı. Kemikleşmiş grup neredeyse her anını birlikte geçiriyordu. Sonra ikisi daha sık görüşür olmuş, gruptan bağımsız da takılmaya başlamışlardı. Yakın arkadaşlıktan ilişkiye geçince hiç bocalamamışlar, fakat zamanla heyecanlarını kaybetmişlerdi. İlişki Hakan’ın öfke nöbetleri neticesinde kendisine zarar verecek noktaya gelmesinden ve ilgisiz tavırlarından noktalanmıştı. Hakan’dan sonra uzunca bir süre hayatına biri girmemiş, düşünmeye bile değmeyecek birkaç başarısız ilişki deneyimi olmuştu. Ama nafileydi, hep en abuk subuk insanları hayatına çekmeye devam ediyordu. Hakan’dan sonra ilk ciddi ilişkisini Salim’le yaşamış. Sonuç yine hüsran olmuştu. Salim de iyi niyetli biriydi ama hırslıydı. Başarısızlıkları onu öfkeli ve hayattan keyif almaz bir hale sokuyordu. Ayrıca çok ilgisizdi. Hiç sevgisin belli etmiyordu. Bırakın romantik tavırları, onca aylık birlikteliklerinde bir kez bile onu sevdiğini söylememişti. Ali ve Akın da son dönemdeki deneyimleriydi. Artık Akın’la da her şey sarpa sarınca, kimseyle çıkmamaya karar verdi. En azından bir süre erkeklerden uzak duracaktı. Hem ne gerek vardı sonuçta hepsi bokun soyu değiller miydi? Hepsi aynıydı, yaşananlar aynıydı, deneyimler aynıydı, hatta bazen adamlar farklı ama diyaloglar aynıydı. Bu nasıl oluyor diye geçirdi içinden tekrar. Hakan’ı, Salim’i, Ali ve Akın’ı tek tek gözünün önüne getirdi. Hem tip, hem tarz, hem huy olarak birbirinden bu kadar farklı, bu kadar alakasız insanlar nasıl oluyordu da ona hep aynı hisleri yaşatıyorlardı? Hissettiği duygular hep aynıydı: Sevilmeme, beğenilmeme, yeterince ilgi gösterilmeme, kızılma, bağırılma, aşağılanma ve hatta birkaç kere tartaklanma. Hepsinin ortak noktaları öfkeli, hırslı, dik başlı ve seks düşkünü olmalarıydı. Ah neredeyse unutuyordu; cimrilik. Hepsi ölesiye cimrilerdi! Yani insan bir kadınla dışarı çıkınca bu kadar hesapçı olur muydu ya? Öylelerdi hepsinin cebinde akrep vardı, günahlarını vermezlerdi.
Birden zihninde Üniversite’nin avlusunda karşılaştıkları gün belirdi. Hakan komik, esprili bir adamdı. Fakat öfkesini kontrol edemiyordu. Üniversitedeydiler, grupları aynıydı. Kemikleşmiş grup neredeyse her anını birlikte geçiriyordu. Sonra ikisi daha sık görüşür olmuş, gruptan bağımsız da takılmaya başlamışlardı. Yakın arkadaşlıktan ilişkiye geçince hiç bocalamamışlar, fakat zamanla heyecanlarını kaybetmişlerdi. İlişki Hakan’ın öfke nöbetleri neticesinde kendisine zarar verecek noktaya gelmesinden ve ilgisiz tavırlarından noktalanmıştı. Hakan’dan sonra uzunca bir süre hayatına biri girmemiş, düşünmeye bile değmeyecek birkaç başarısız ilişki deneyimi olmuştu. Ama nafileydi, hep en abuk subuk insanları hayatına çekmeye devam ediyordu. Hakan’dan sonra ilk ciddi ilişkisini Salim’le yaşamış. Sonuç yine hüsran olmuştu. Salim de iyi niyetli biriydi ama hırslıydı. Başarısızlıkları onu öfkeli ve hayattan keyif almaz bir hale sokuyordu. Ayrıca çok ilgisizdi. Hiç sevgisin belli etmiyordu. Bırakın romantik tavırları, onca aylık birlikteliklerinde bir kez bile onu sevdiğini söylememişti. Ali ve Akın da son dönemdeki deneyimleriydi. Artık Akın’la da her şey sarpa sarınca, kimseyle çıkmamaya karar verdi. En azından bir süre erkeklerden uzak duracaktı. Hem ne gerek vardı sonuçta hepsi bokun soyu değiller miydi? Hepsi aynıydı, yaşananlar aynıydı, deneyimler aynıydı, hatta bazen adamlar farklı ama diyaloglar aynıydı. Bu nasıl oluyor diye geçirdi içinden tekrar. Hakan’ı, Salim’i, Ali ve Akın’ı tek tek gözünün önüne getirdi. Hem tip, hem tarz, hem huy olarak birbirinden bu kadar farklı, bu kadar alakasız insanlar nasıl oluyordu da ona hep aynı hisleri yaşatıyorlardı? Hissettiği duygular hep aynıydı: Sevilmeme, beğenilmeme, yeterince ilgi gösterilmeme, kızılma, bağırılma, aşağılanma ve hatta birkaç kere tartaklanma. Hepsinin ortak noktaları öfkeli, hırslı, dik başlı ve seks düşkünü olmalarıydı. Ah neredeyse unutuyordu; cimrilik. Hepsi ölesiye cimrilerdi! Yani insan bir kadınla dışarı çıkınca bu kadar hesapçı olur muydu ya? Öylelerdi hepsinin cebinde akrep vardı, günahlarını vermezlerdi.
Çayından bir yudum daha aldı ve bu kez daha derin düşünmeye
zorladı kendini. Bu adamların başka ilişkilerine de şahit olmuştu ve hiç biri
ona davrandıkları gibi davranmamışlardı yeni kadınlarına. Hatta aralarından
biri evlenmişti ve duyduğuna göre harika bir aile babası olmuştu. Bu nasıl
olabiliyordu? “Bu kadar farklı adamlar,
aynı sonuçlar, tek ortak noktaları benim…” diye geçirdi içinden. “Bir liste
yapmalıyım” diye düşündü. Sinirlendiğim, katlanamadığım tüm özelliklerini
yazmalıyım bu adamların. Ancak o zaman görebilirim ortak noktalarını ve orada
yatan gizli nedeni.
Yerinden kalkıp sakince kalem çekmecesine uzandı. Hareketleri öyle dingindi ki, 5 kalem denemişti ve her zamanki gibi hiç biri yazmıyordu. Normal zamanda olsa kalemlerin durduğu dolabı tekmelemişti fakat şimdi sabırla yazan kalemi bulmak için kendini zorluyordu. Çok garipti, bu nefes çalışmaları işe yaramıştı galiba. Tekrar yerine oturup kalemi kâğıdın üzerine koymasıyla, kelimeler sanki ona danışmaksızın zihninden kâğıda dökülüverdiler. Erkeklerle ilgili tüm yargılarını kâğıda geçiriyor, ne yazdım diye dönüp bakmıyordu bile. Böyle olması gerekiyordu. Düşünmeden yazmalıydı ki bilinçli zihni ondan gerçekleri gizlemesini sağlamasın. “Erkekler” diye başlıyordu listesi:
Yerinden kalkıp sakince kalem çekmecesine uzandı. Hareketleri öyle dingindi ki, 5 kalem denemişti ve her zamanki gibi hiç biri yazmıyordu. Normal zamanda olsa kalemlerin durduğu dolabı tekmelemişti fakat şimdi sabırla yazan kalemi bulmak için kendini zorluyordu. Çok garipti, bu nefes çalışmaları işe yaramıştı galiba. Tekrar yerine oturup kalemi kâğıdın üzerine koymasıyla, kelimeler sanki ona danışmaksızın zihninden kâğıda dökülüverdiler. Erkeklerle ilgili tüm yargılarını kâğıda geçiriyor, ne yazdım diye dönüp bakmıyordu bile. Böyle olması gerekiyordu. Düşünmeden yazmalıydı ki bilinçli zihni ondan gerçekleri gizlemesini sağlamasın. “Erkekler” diye başlıyordu listesi:
ERKEKLER
Öfkelerine hakim olamazlar
Kıskançtırlar
İnatçı ve dik kafalıdırlar
Sevgilerini belli etmezler
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamazlar
Sadık değillerdir
Seks düşkünüdürler
Erkek gibi erkek değillerdir
Hiç romantik değillerdir
Sevdikleri için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl
edemezler
Arayıp sormazlar, sevgi dolu mesajlar atmazlar
Ruhtan çok dış görünüşe önem verirler
Zayıftırlar
Dürüst değillerdir
Cimridirler
Şimdilik aklına gelenler bunlardı. Evet, elinde bir listesi
vardı artık. Hayatına giren tüm erkeklerin ortak noktası bunlardı işte. Hepi
topu 15 kalemdi ama deneyimlediğinde gerçekten çok canını sıkıyorlardı. “Tamam,
listem hazır” diye geçirdi içinden “ iyi de ben ne yapacağım bu listeyle şimdi?”
Biraz daha derin düşünmeye zorladı kendini. Her şey kendisiyle ilgiliydi onu
keşfetmişti. Bu listenin de kendisiyle ilgilisi olabilir miydi acaba? Listeyi
yavaş yavaş bu kez başına BEN koyarak okumaya başladı.
BEN
Öfkeme hakim olamam
Kıskancım
İnatçı ve dik kafalıyım
Sevgimi belli etmem
Ciddi ilişkinin getirdiği sorumlulukları alamam
Sadık değilim
Seks düşkünüyüm
Kadın gibi kadın değilim
Hiç romantik değilim
Sevdiklerim için sürprizler ve güzellikler yapmayı akıl edemem
Arayıp sormam, sevgi dolu mesajlar atmam
Ruhtan çok dış görünüşe önem veririm
Zayıfım
Dürüst değilim
Cimriyim
Bir yandan listeyi okuyor, bir yandan da göz yaşlarına hakim
olamıyordu. Hepsi kendisi miydi? Doğru muydu tüm bunlar? İçinde bir yerlerde inceden
bir ses, neredeyse tüm yazılanların doğru olduğunu ona fısıldıyordu. Evet,
öfkesine hakim olamıyor, kıskançlık nöbetleri geçiriyordu. Hatta Hakan’a
saldırdığı bile olmuştu. Bunu nasıl göz ardı etmişti yıllarca. Yani öfkesine
hakim olamayanın aslında kendisi olduğunu, çok garipti. İnatçı ve dik kafalıydı
ayrıca dediğim dedikti de. Başka fikirleri dinler ama yine de bildiğini okurdu.
Sevgisini belli etmez, sevdi dolu mesajlar atmazdı. Yıllarca hep karşıdan
beklemiş gelmeyince de çok üzülmüştü. Hatta kuzeni Ece’nin çıktığı adamlara şaşardı.
Ece hep romantik, sürekli arayıp soran, ciddi ilişkiye aç adamları bulurdu.
Acaba öyle miydi hakikaten? Şu an pek emin değildi artık. Kuzenini ve
tavırlarını inceledi. Tüm ilişkiyi yürüten, sevgisini belli eden, sürekli
arayıp soran oydu. Adamlar da bu sevgi ve ilgi dolu tavırlarına karşılık
veriyorlardı belli ki. “Ah Selin ah” diye geçirdi içinden. “Onca yıl boyunca
sadece beklemişsin, bir adım atmayı becerememişsin”. Tamam, ciddi ilişkinin
getirdiği sorumlulukları alamama, romantik olmama, kadın gibi kadın olmama, sevdiği
için sürprizler yapmama kısmını kabul ediyordu ama dürüst olmama, zayıf olma
dış görünüşe önem verme, seks düşkünü ve
en önemlisi de cimri olma kısmını kesinlikle kabul etmiyordu. Bunların hiç biri
gerçek değildi. Sonra onları da incelemeye başladı. Bu kalemler de onu
yansıtıyor olmalıydı ama nasıl? Dürüsttü hem de çok dürüst örneğin. Şimdiye
kadar hiçbir romantik ya da diğer ilişkisinde olsun karşı tarafa yalan
söylememişti. İçinden bir ses “Peki ya kendine?” diye sordu. O an gözyaşları
sanki japon çizgi film karakterlerinin ki gibi iki yandan fışkırıyordu. Öyle ki
bir ara verip tuvalete gitmek zorunda kaldı. Döndüğünde fark etmişti, neredeyse
kendini bildi bileli kendine yalanlar söylüyor, bu yalanlara da kendini
inandırmak için yarattığı türlü bahanelere kendini kaptırıyordu. Kendiyle
ilgili bu gerçeği öğrenmek hiç hoşuna gitmemiş, ağır gelmişti bayağı. Diğer
kalemlerin de içinden çıkacağını bilmek tüylerini diken diken etti. Zayıf mıydı
mesela? Hayır, hep çok güçlüydü ama belki de zayıflığını kapatmak için bu kadar
güçlü duruyordu. Güçlü durdukça da hayatına giren adamlar otomatik zayıf rolünü
üstleniyor, ona bu şekilde yansıtıyorlardı. Dış görünüşe önem vermek? Hiç
alakası yoktu, hep pek de yakışıklı olmayan erkeklerle çıkmıştı. Hakikaten yakışıklı
olmayan erkeklerle çıkarak “ben sadece ruha önem veririm” mesajı mı vermek
istiyordu insanlara? Böyle düşünmek midesini bulandırdı. Kendi samimiyetsizliği
canını acıtmıştı. Seks kısmını da hiç kabul etmiyordu. Hatta seks onun için çok
önemsiz kalemlerden biriydi. Sonuçta seks ilişkinin önemli bir unsuruydu ve
erkekleri seks düşkünü olmakla suçlayarak aslında kendi seks problemlerini mi
kapatmaya çalışıyordu? Bu noktayı şimdilik es geçip sonra tekrar bakmaya karar
verdi. Çok önemli bir mevzuydu, kısaca üstünden geçmek aptallık olurdu. Geriye
ne kalmıştı? Cimrilik. Hayır, asla kabul etmiyordu, kesinlikle cimri değildi!
Parasını düşünmeden harcardı mesela. Ya da çevresine çok rahatlıkla verir,
hesapları hiç gocunmadan öderdi. Ve bu yönüyle de çok övünürdü. Bu şu demek oluyordu o halde, ya içinde var
olan cimri yönünü kapatmak için bu denli bonkör davranıyor ya da bonkörlüğünün
altını öylesine çiziyordu ki hayatında cimri olan insanlara ihtiyacı vardı.
Gittiği grup terapisinde öğrenmişti. Kendimizde altını çizdiğimiz yanlar, en
sevdiğimiz özelliklerimiz, bizi biz yapan özellikler aslında en çok bizi
yıpratan özelliklerimizdi. Çünkü titizim dediğimizde örneğin, hayatımıza hep
pasaklı insanları çekiyor sonra da bundan yakınıyorduk. Nitekim pasaklılar
olmazsa bizim titiz olmamızın bir anlamı kalmayacaktı. O zaman bu kadar
bonkörlüğünün altını çizmese örneğin o zaman cimri adamlara ihtiyaç
duymayacaktı. Tüm bu farkındalıklar da bir bir yüzünde bir tokat gibi patladı.
Kendiyle ilgili tüm öğrendikleri canını acıtıyordu. Yıllardır suçladığı adamlar
hep kendine ayna tutmuşlar, onu ona yansıtmışlardı demek ki. Bu durum,
adamların başka kadınlara tavırlarının farklı olmasını da çok güzel
açıklıyordu. Gece saat 2 olmuştu, gözleri kan çanağı gibiydi, kesik kesik nefes
alıyordu. Ama bir yandan da yüreğinin üzerinden bir yük kalkmıştı sanki. Rahatlamıştı.
Bunları keşfetmesi ileride yeni bir sarmala girmesini engelleyecekti belli ki. Peki,
ama tüm bu farkındalıklarla, yani kendisiyle ne yapacaktı? Hep aynı şeyleri
yapıp farklı bir sonuç bekleyemezdi. Cevap açıktı kırmızının ölmesi
gerekiyordu. Kırmızı ölecek ve
küllerinden yeni bir Selin doğacaktı. Tüm o listedekileri değiştirmek için
kendisiyle çalışacaktı. En önce kendine dürüst olacak, listesini hiç
unutmayacak, gerekirse tekrar tekrar üzerinden geçecekti. Bugüne kadar
öğrendiği bir şey varsa şu hayatta kendisinden başka hiç kimseyi
değiştiremeyeceğiydi. O nedenle de madem erkekleri değiştiremiyordu, kendini
yalnızlığa mahkum etmişti ve bu fikir onu depresyona sokmuştu ama şimdi
kendiyle ilgili bu gerçekleri keşfetmek ona bir umut ışığı doğurmuştu.
Erkeklerde değiştirmek istediği her kalemi kendi üzerinde değiştirecek ve
sonuca bakacaktı. Artık güzel bir ilişkiye yelken açabilecekti, ah ne güzel bir
mutluluktu bu. Meğer her şey temelde çok basitti. Son zamanlarda sürekli karşısına
çıkan bir cümleyi hatırladı “Sen değiş dünya değişsin!”
Odasına gidip, akarak yüzünü kapkara yapan makyajını
temizledi. Aynadaki aksine gülümsüyordu. Boynundaki kırmızı fuları, bir daha
takmamak üzere sakince çıkarıp komedinin üzerine bıraktı. Yarın yepyeni bir
gündü. Sabah giyeceklerini hazırladı. Yeni aldığı yeşil kazağını dar kalem
eteğinin üzerine özenle yerleştirdi. Hayat güzeldi.