Şehir: Ankara
Mekan: Dolmuş
Dolmuşun üzerinde
bulunduğu yol: Kızılcahamam – Kösyayla Yolu
Mevsim: Bahar
Oyuncular: Baharda
Kösyayla’da kamp yapmanın harika olacağı zırvasına inanan 19- 21 yaşları
arasında ikisi kadın 6 salak (pardon biri pek salak sayılmaz, izci o)
Veeeee motor!!!
“Gençler nereye böyle
toplaşmışınız?”
“Kösyaylaya gidiyoruz
abi”
“Ne işiniz var
Kösyayla’da, piknik mi yapacağnız?”
“Yok abi, kamp
kuracağız”
Sessizlik.
Dolmuştaki tüm diğer
yolcular inmiş bir tek biz kalmışız. Dolmuşçu abi muhabbet koymak istemişti
anlaşılan ama kamp kuracağımız fikri onu bir şekilde rahatsız etmişti. Uzun
süren bir sessizlikten sonra aynasını bizi görecek şekilde düzeltti. Biz de
aynadan yüzünü ziyadesiyle görüyorduk buarada. Kaşının birini havaya
kaldırarak:
“Deli misiniz oğlum
siz? Ne kampıymış? Canavarlar var orada, gece yemek bulmaya köylere inerler.
Parçalarlar sizi valla”
O an ki yüz ifademizi
hakikaten fotoğraflayıp yatak odama asmak isterdim. Gerçekten, böylece her
sabah gülümseyerek uyanırdım emin olun . O kadar komik ve sevimli görünüyorduk
ki anlatamam size. O aklı başında, ne yaptığını biliyormuş gibi görünen,
büyümüş de küçülmüş üniversite öğrencileri gitmiş yerine birbirine sorgulayan
gözlerle bakan 6 şaşkın tavuk gelmişti. Aramızdan nispeten akıllı görünenlerden
biri cesurca o elzem soruyu yutkunarak sordu:
“Abi canavar dediğin ne
ki?”
“Kurt kurt. İnsanların
olduğu yerlere inerler geceleri. Çok hikaye yaşandı zamanında. Yemek
bulamayınca bir sürü insanı parçaladılar”
“Haydaaaaaaaa, daha
bismillah yola çıktık. Ne canavarı ya ne canavarı? Kurt ne kurt? Biz hoyloyloy
diye eğlenecek, yiyip içip dağıtacaktık.”
Dolmuştaki korku ve
endişe bulutu böyle üzerimizde asılı kaldı. Şakacı dostlarımızdan biri:
“Hahahahaha abi sen
merak etme, geleceği varsa göreceği de var. Biz önce saldırırız, önce saldıran
taraf kazanır. Ateşten korkmuyor muydu bu meretler? Biz de tüm gece ateşi yanık
tutarız”
Birden korku ve endişe
bulutu dağıldı, herkes gülümsemeye başladı.
“Yok ateşten korkarlar
da , çok aç olurlarsa ateşi mateşi takmazlar. Açlık her korkuyu bitirir oğlum”
Gulk (Bizim yutkunma
sesimiz)
Korku ve endişe bulutu
tekrar dolmuşun tavanına asıldı. Kendiyle barışık cevval arkadaşımız söze devam
etti:
“Endişelenme sen abi,
biz gerekirse odunla saldırırız hahahhahaha”
Bu kez sadece bir iki
kişi gülücüklere eşlik etti. Ben bırakın gülmeyi, gülümsemeye bile niyet
etmedim. Usulca o zamanki sevgilim, ilerideki kocam, Vedat’a usulca sokuldum.
Elimde odun canavara saldırıken hayal ettim de kendimi daha da bir fena oldum.
Bırakın odunla saldırmayı, odunu tutup kurta doğru savuramam bile ben ya .
Kafama doğru filan savururum kuvvetle muhtemel, kurttan önce kendime vururum o
derece yani. Nasıl sakarım nasıl sakarım anlatamam. Koşşam desen imkansız
hayatta koşamam. Jogging yapabilirim ben en fazla, şöyle yavaş yavaş ve
tempolu. Ama o olmaz tabii. Tırmanma desen, yani demesen daha iyi. Tamam şimdi
hayal ediyorum. Tutuyorum ağacı çekiyorum kendimi yukarı doğru. Oğlum ben
küçükken meyve ağacına tırmanan değil aşağıda durup “bana da atın” diyen
çocuktum. Hani şu tırmanamayıp aşağıda durup ağlamaklı gözlerle kedi gibi çevik
arkadaşlarından meyve isteyen ama hep yere düşüp dağılan ya da çürük çarık
meyveleri yiyen zavallı çocuk. Yok tırmanma işi de yattı. Eee hem koşamıyosun
hem tırmanamıyosun, sıçtın sen Banu direk sıçtın. Yiyecekler işte seni
canavarlar o olacak. Yani kaderinde 19 yaşında kurtlar tarafından parçalanarak
ölmek varmış. Allahım herşeyim mi ters olur, bir şeyim de normal olmaz mı ya?
Ölümüm bile ters anasını satayım. Kurtlar tarafından parçalanarak can vermek.
Yani sormazlar mı adama bu kız Ankara’da oturmuyor muydu? Kurtlar tarafından
parçalanarak nasıl ölebilir diye? Ahhhh annem ya. Niye dinlemezsin ki sen
anneni? Dediydi kadıncağız, yavrum ne işiniz var ormanda gelin bizim evde çadır
kurun dediydi de güldüydük. Niye abi niye olurdu işte bal gibi evde çadır. Yani
evde en tehlikeli canavar kardeşim olurdu onu da etkisiz hale getirmenin bir
sürü yolu var. Tırmanmadan, koşmadan çözebilirdim herşeyi. Ah salak kafam ahhh.
“Vedat geri dönelim?”
“Nasıl ya nerden çıktı
geldik işte yarım saatten az kaldı”
“Korkuyorum ben, bayağı
bildiğin korkuyorum. Tamam geleyim de gece burnunuzdan getiririm. Kurt murt bozdu
beni”
“Ya Banu saçmalama.
Herif dalga geçiyor bizle baksana. Yani salak bir dolmuş şöförüne mi pabuç
bırakacağız.”
“Tamam dalga geçiyorsa
herif ne ala. Ama ya geçmiyorsa? Ya hakkaten aç kurtlar saldırırsa n’aparız bir
düşünsene? Ya bundan saçma bir durum olabilir mi?”
“Kızım valla
saçmalıyorsun. Kurtlar öyle şehre mehre inmezler. Ne işleri var insanların
yanında ya? Öyle değil mi Soydan söylesene abi”
Soydan bilirkişi.Tek
izcimiz. Bu kampı da organize eden şahıs bizzat kendisi. Vedatın kendinden emin
sorularına biraz dağılmış bir yüz ifadesiyle cevap verdi. Dur bakayım yüzünde
endişe ifadesi mi var? Yok canım olamaz. O değil miydi bize korkunç izcilik
hikayeleri anlatan. Güya en son aşamaya gelen izciler kamp alanından oldukça
uzak bir bölgede, elinde sadece bir
bıçakla gece yarısı bırakılırlarmış da. Yok efendim onların kamp alanına
dönmesi beklenirmiş de. Bu ormanda tek başına kalan şahıs karanlıkta yolunu
bulup kamp alanına dönermiş de. İşte orda izciliği tescil edilirmiş de. Daha
bir sürü bizi o zaman etkileyen hikaye. Eee ne oldu şimdi o hikayelere?
Yüzündeki endişe ifadesi ne?
“Abicim bilmiyorum
valla. Ben yıllardır burada kamp yaparım. Gece kurtların sesini duyardık ama
şimdiye kadar hiç yanımıza gelmeye cesaret ettiklerini görmedim. Son zamanlar yaşandıysa
bu hikayeler bilemeyeceğim. Ama tam da size garantisini de veremedim. Dönelim
isterseniz Banu korktuysa”.
Bu cevabın Türkçe meali
şöyleydi:
“Şimdiye kadar böyle
canavar manavar olayı filan yaşamadık. Ama bu hiç olmayacak anlamına da gelmez.
Dönmeyi gururunuza
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”
yediremezseniz kızlar korktu bahanesinin arkasına saklanabilirsiniz. Hakkaten dönmek isterseniz anlarım yani”
Cümlelerin Türkçe meali
sevgilim dahil, erkek cinsinden tüm arkadaşların beynine zerk edildikten hemen
sonra gurur ve ego açıkça devreye girdi.
“Yok abi ne korkması
ya. Eğlenmeye gidiyoruz saçmalamayın hiçbirşey olmayacak.”
Kadın cinsinden benim
haricimdeki yakın kız arkadaşım Fadik de macera peşinde beyleri destekleyince,
ben de endişelerime gem vurmayı başarıp kamp olayına adapte oldum. O yılları
bilirsiniz. Boşuna deli kanlı dememişlerdir. Kanınız deli akar. Korku nedir
bilmezsiniz. Aslında korkuyu bilirsinizdir de macera yaşama isteği öylesine
dayanılmazdır ki, tehlikeli olana, yapılması uygun görülmeyen durumlara kendini
aniden bırakmak kaçınılmazdır. Korkunuz sizi engelleyici unsur değil teşvik
edici unsurdur. Bir de balık hafızalısınızdır. Yani ben öyleydim şahsen. İki
dakika önce basbayağı dönmeyi düşünen, kafasından binbir tilki geçen ben, iki
dakika sonra kendimi kafamdaki tilkilerden kurtarıp gerçek hayattaki kurtların
kucağına atıyordum. Ve bundan da en ufak bir şüphe duymuyordum. Hepimizin
tekrar neşesi yerine gelmişti. Kurt hikayeleri üzerine espiriler patlıyor,
kıkırdaşıyorduk. Arada ciddi dolmuş şöförüne bakıyordum.Ama onun bile yüzünden
ciddi ifade silinivermişti.
En sonunda yolun
başlangıcına vardık. Yolun başlangıcı diyorum çünkü ben hakikaten yürümemiz
gereken yolun bu kadar uzun olduğunu tahmin edememiştim. Sırtlarımızdaki sırt
çantalarında en çok yeri içki şişeleri kaplıyordu. Varınca bir iki kadeh bişey
içmek hakkaten çok rahatlatacaktı zira bu uzun, yorucu ve meşakkatli yolu başka
türlü unutamazdık. O dönemde hiç spor yapmayan benim kah nefesim kesiliyor, kah
ciğerlerim patlayacak gibi ağrıyordu. Erkekler çevikti, Fadik de fena
sayılmazdı ama ben, bayağı zayıf halkaydım. Beni bırakıp gitsinlerdi, yolun
yarısında ölecektim zaten. Dönüşte gömerlerdi. Bana saatler gelen, gerçek süresini
şimdi hatırlamadığım bir sürenin sonunda bir meydana vardık. Soydan önden “geldik”
diye bağırdı. “Oh be oh, şükürler olsun yarabbim vardık. Valla ruhumu teslim
edecektim az daha yürüseydik”
“E bu ne
ki şimdi?”
Konuşan iç sesim. Ya da
iç seslerimiz bütünü. Duyamasam da yüzlerdeki hayal kırıklığını görebiliyorum.
Geceyi geçireceğimiz yer basbayağı açık alan. Bilmiyorum gözünüzde
canlandırabilir misiniz ama kocaman bir duvara monte edilmiş kocaman bir şömine
düşünün. Uzun tek bir duvar, şöminenin bulunduğu duvar. Üzerinde bir çatı var
ama çatı da yarı kapalı. Çatıyı yüksek kaideler tutuyor. Anlayacağınız kapalı
olan tek şey şöminenin duvarı, geri kalan üç tarafımız da boşlukla çevrili. İki
tane tahta piknik masası var. Hayal kırıklığımız biraz azalınca hemen piknik
masalarını şöminenin önüne taşıyoruz ve yanımızda getirdiğimiz örtülerle
renlendiriyoruz. Üzerini çantamızdan çıkan yiyeceklerle öyle bir donatıyoruz ki
sanırsınız yılbaşı masası. Ya da bize öyle geliyor bilmiyorum. Masaları kurunca
neşemiz tekrar yerine geliyor. Hemen birer bira açıyoruz. Erkekler viski içiyor
gerçi. O zaman pek moda viski içmek. Ben asla içemiyorum ama sarhoşluğunun daha
farklı olduğunun da farkındayım. Hem içimi ısıtırdı. Keşke bira içmesem
aslında. Bu açık alanda tuvalet de yok ki. Gerçi heryer tuvalet bu da bir bakış
açısı tabii. Bunları anlatıyorum olaya ne kadar yabancı olduğumuzu anlayabilin
diye. Yani doğayla tek yakınlığım apartmanın bahçesindeki ceviz ağacının
önünden her sabah geçişimden ibaret!
“Akşam olmadan ateşi
yakalım abi. Önce odun toplamak lazım.”
“Kozalak da olur değil
mi?” Bunu söyleyen benim. Ne şirinim değil mi? Yardımsever işgüzar insan. Bir
yandan da takdir bekliyor.
“Olur tabii hadi
dağılalım”
Mümkün mertebe
bulunmaya çalışılan kozalak ve kuru dal parçalarıyla ateşi yakmaya çalışıyoruz.
Buarada ikinci biralar açılmış. Ateş, sucuk, bira, muhabbet. Genç insan daha ne
ister ki? Ama biz istiyoruz. Gece bastırınca macera yaşama isteğimiz artmaya
başlıyor. Soydan diyor ki “Hadi abi ormanda yürüyelim biraz”.
“Karanlıkta mı?”
diyorum. “Yok ışıkları açarız senin için diyor” şakacı dostlarımızdan biri.
Elimize fenerlerimizi alıp yola koyuluyoruz. Hiç yaptınız mı bilmiyorum ama
gece ormanda yürümek sado-mazo bir zevk verir. Heryer karanlıktır. Elindeki
fener sadece önündeki çok küçük bir alanı aydınlatır. Neyle karşılacağını
bilemezsin, hem korku hem merak hissedersiniz. Heran karşına bir hayvan
çıkabilir. Bu hayvanlar tabii evde beslediğimiz kaniş köpeğimiz gibi masumane olmayacaktır
ama bu heyecan oldukça zevk vericidir. Soydan yol boyu bize vahşi hayvanlar
hakkında national geographic belgeselcilerini bile gölgede bırakacak ayrıntılı
bilgiler veriyordu. Söyledikleri herşeyi can kulağıyla dinliyordum.
“Valla gençler, ayı
çıkarsa karşınıza boku yediniz. Hayvan hem sizin on katınız hızlı koşar, hem
süper bir tırmanıcıdır. Hem harika bir yüzücüdür. Karşılaşırsanız yapacak
birşey yok yere yatın ve sakince sizin yanınıza gelmesini bekleyin.
Yapabiliyorsanız ölü taklidi yapmak da iyi bir fikirdir. Yaban domuzları mesela
ormandaki en tehlikeli hayvanlardan biridir. Çok çok hızlı koşar ama ondan
kurtulmanın bir yolu var Allahtan. Boynu olmadığından bakış seviyesinin üzerine
kafasını kaldırıp bakamaz. Bakış seviyesinden yüksekçe bir taş bulup üzerine
çıkar sessizce beklerseniz, sizi göremez ve gider. Ama mazallah yakalarsa
işiniz bitik. Çok acılı bir ölüm olur bana inanın. Kurtlarsa....”
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Aa o neydi sesi
duydunuz mu?”
“Harbi kurt muydu onlar
abi?”
“Yok be kurt murt
değildir, köpek filandır”
Herkafadan çıkan bu
anlamsız cümleleri, Soydanın bilge kelimeleri bir anda dağıtır.
“Evet kurtlar,
söylemiştim size. Sesleri duyulur ama insanların olduğu yerlere gelmezler”
“Eee onlardan nasıl
kurtulurmuşuz?”
“Ateşi sevmezler, yanan
ateşe yaklaşmazlar işte. Eğer hakikaten yakınınıza gelmişlerse, yanan bir odun
alıp üzerlerine doğru savurun. Kaçarlar. Göz teması kurmamaya çalışın”.
“Yok ben göz teması
kuracağım, hatta kucağıma alıp severim de yazık ona. Göz teması ne ya? Göz mü
kalır karşılaşırsak. Ben direk bayılırım. Abicim aramızda bayılmayacak adam var
mı?”.
“Öyle deme insanda
müthiş bir hayatta kalma içgüdüsü vardır. Her türlü kötü durumdan kurtulabilmek
için savaşır. Bakma çok zor durumda kalsan kurtulmak için aklına öyle numaralar
gelir ki sen bile şaşar kalırsın.”
“Valla ben bu
yorgunluğun üzerine kurttan murttan kaçamam gelip yerler beni kesin.”
“Yok öyle deme. Kik
noktası diye bişey duydunuz mu?”
“Yoo neymiş o?”
“Uzak doğu ülkelerinden
birinin öğretisi işte şimdi hangi ülke olduğunu hatırlamıyorum. ‘İnsan’ der
inanılmaz bir varlıktır. Diyelim ki 15 km maraton koştunuz, finiş çizgisine de güç
bela ulaşmak üzeresiniz. Neredeyse ağlayacaksınız. Ayaklarınız artık sizi
taşımıyor, bir adım, sadece bir adım atacak bile gücünüz yok. Bayılmak üzere finiş
çizgisini geçip tam devrilecekken arkanızdan azgın bir köpeğin size doğru son
sürat koştuğunu görüyorsunuz. Görür görmez de öyle bir hızla koşmaya başlıyorsunuz
ki, sanki elli metrede altın madalya için yarışıyorsunuz. İşte hayatta kalmak
için vücudunuzun tüm gücünü tekrar toplayıp, ateşlenmiş bir füze gibi aniden
harekete geçtiği noktaya kik noktası deniyor. Bu öğreti de kik noktasını normal
zamanda da ortaya çıkarabilmek üzerine”
“Vayyy çok acayipmiş
ama kesinlikle doğru. Biz Türkler ona göt korkusundan harekete geçmek diyoruz
ama kik noktası da olmuş tabii
”.
”.
“Dalga geçme abi valla
başına bişey gelirse insan kendini korumak için gereken tüm gücü de kendinde
bulur, kurtulmak için garip yollar da”.
“Yok canım ne dalga
geçeceğim haklısın tabii”.
“Geldik, işte burası da
perili ev.”
“Haydaaa bir de perili
ev çıktı başımıza”
“Niye perili ev
diyorlarmış ki buraya?”
“Ne bileyim böyle tuhaf
hikayeler anlatılırdı zamanında biz ufakken büyük izci abilerimiz tarafından.
İşte sahibi burda intihar etmişmiş de. Sonra gelen yeni sahipleri onun acı
çığlıklarını duyuyorlamış da. Ev sürekli el değiştiriyormuş kimse bu evi satın
almak istemiyormuş. Evi alan şahıs iki sene içerisinde mutlaka ölüyormuş da...”
Garip bir evdi
hakkaten. Ormanın ortasına kurulmuştu ama çok uzun zamandır kullanılmadığı
belliydi. Yüksek duvarlarla çevriliydi. Bahçesini otlar ve ağaçlar bürümüştü.
İçeri girmeye hiçbirimizin götü yemedi tabii, yeniden şöminemize dönmeye karar
verdik.
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Abi bu kurtların sesi
daha bir yakından mı geliyor sanki?”
“Yok canım sana öyle
geliyor, alakası yok.”
Güle oynaya içilen bir
sonraki içkiler, kahkahalar, yanan ateş, tavan yapan keyif...
“Uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu”
“Yok abi bu kurtlar
yaklaşıyor sanki, valla ben bir gidip bakayım”.
Aramızda hem şişko hem
de gözlüklü kimse yoktu. Ama gözlüklü
biri vardı. Soydan! Zaten tek izci de oydu. Yaklaşan kurt sesleri sinirlerimizi
bozmaya başlamıştı ve önce onun gitmesi gerekirdi. Yani bu bir korku filmiyse
şişko yoksa yerini gözlüklü alırdı.
Soydan eline izci
bıçağını aldı, ki bu bildiğin Rambonun bıçağıydı ve karanlıkta kayboldu. Biz
iyice gerilmiştik. Yanına kimsenin gelmesini istemedi. “Ben hallederim merak
etmeyin şöyle etrafı bir kolaçan edip döneceğim” derken kendinden oldukça emin
görünüyordu ama yine de ormanda öyle yalnız karanlıkta kaybolması hoşumuza
gitmemişti. Keyfimiz iyice kaçmıştı. Buarada kurt sesleri iyice yakınlaşmaya
başlamıştı. Birden fazla kurt sesi olduğunu ve bize doğru yaklaştıklarını
duyuyorduk ama oturup seslerini dinlemekten ve Soydanın sağ salim dönmesini
beklemekten başka birşey gelmiyordu elimizden. İyice gerilmiştik. Kurt sesleri
yaklaştıkça yaklaşıyordu. Sanki elli yüz metre yakınımızdaydılar. Aniden Soydan’ın
sesi gecenin içinde yankılandı.
“Meeeeeeeeeeeeeeeerttttt
gellllll, yardım ettttttttttttttttttttttt”
Kurt sesleri sanki
Soydanın yanından geliyordu ve çok çok yakınımızdaydılar. Allahım o anı size
anlatmamın mümkünatı yok. Kurtlar yakınımızdaydı ve arkadaşımızı parşalamak
üzereydi.
“Merttttttttttttttttt
imdatttttttttttttttt”
Tabii Mert ve Vedat
hemen ellerine birer odun alıp gecenin karanlığına daldılar. Bir de baltamız
vardı odun kesmek için. Giderken baktığımda balta da Vedat’ın elindeydi. Biz
geride kalanlar, İsmet, Fadik ve ben, sadece sesleri dinliyorduk. Mert ve Vedat
“Soydan geliyoruz, bağır yerini bulalım” diye bağırıyorlardı. Onlar “Soydan”
diye bağırırken Soydan da “Mert” diye bağırıyordu. Ama sanki artık çok geçti. Parçalama
sesi tüm ormanı kaplamıştı. Bayağı bildiğiniz parçalama sesi. Soydanın
çığlıkları ve kurtların parçalama sesi. Allahım o çığlıklar ormanda nasıl
yankılanıyordu size kelimelerle anlatmam mümkün değil. Soydan ormanda kurtlar
tarafından parçalana, Vedatla Mert de onu araya dursun kamerayı bir anlığına
biz geride kalanlara çevirelim. Böyle komik bir görüntü dünyada şimdiye dek
mevcut olmamıştır. İsmet elinde yanan bir odunla çatıya tırmanmış. Nasıl
tırmandığını tam anlayamasak da piknik masasına basarak çıkmış olabileceği
aklıma geliyor. İsmetin sanki sesi kesilmiş, maymun gibi çatıya tünemiş öylece
bize bakıyor. Ben elime yanan bir odun almışım ama odun sönmüş, piknik
masasındayım “beni de yukarı çek İsmettttt” diye bağırıyorum ama kekeleyen İsy
“Be- be- ben ne yapayım
kızım, ke-ke-kendin tırman!”.
Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Fadik yanan bir odunla piknik masasının üzerinde ama o daha çevik kendini çatıyı taşıyan tahtalardan birinin üzerine doğru çekmeye çalışıyor.
Böyle bir pozisyonda
aklınızdan geçenlere inanamazsınız. Tüm düşünceler adrenalinle birlikte
beyninize bir tür sıvı gibi yayılır. Tam bir düşünceye odaklanamazsınız ama
yüzlerce düşünceyi aynı anda düşünebilirsiniz. İşte bunlardan bazıları:
“İsmete bak be harbi
korkakmış ha bu herif. Erkek adam böyle mi yapar be. Ah ben erkek olacaktım.”
“Soydan öldü. Annesine
ne söyleceğiz? Yarın evine mi gidip söyleyeceğiz ki acaba?”
“Yarın evine gidip
söylemek mi? Burdan kurtulabilecek miyiz ki?. Kurtlar bizi parçalayacak!”
“İnsan ölürken acı
çeker mi ki?. Çeker tabii kızım ıssırıla ıssırıla parçalana parçalana öleceksin!”
“Vedatı
mı önce parçalayacaklar. Geri dönebilecekler mi ?”
“Kurtulabilirsem
nasıl dönerim ki burdan?
“Buraya
kadar gelirlerse önce kimi yerler acaba? Büyük ihtimalle beni. En hantal benim
anasını satayım.”
“Bu
a..na koduğumun odunu niye söndü ki şimdi. Herkesin ki yanıyor bi benimki niye
sönük. Hay Allahım böyle şansın ben ta içine”
“Annemler
çok üzülecek ha, yani kurt yemesi olmasaydı trafik kazası filan olsaydı bari
daha rahatlatıcı olurdu. Kurt tarafından yenmek direk bok yoluna gitmek oluyor.
Hay ben böyle kaderin ya”
Bu
ve bunun gibi yüzlerce düşünce ve tırmanma savaşı. Gerçi savaşı kaybetmiş
öylece kurtlar tarafından yenilmeyi bekliyordum Vedat koşarak geri döndü. Öyle dağılmış bir hali vardı
ki size anlatamam. Soydan öldü, kurtlar yaklaşıyor, kendimizi korumamız lazım
diye çığlıklar atıyordu. Mert ortalarda görünmüyordu. Bu olaylar aslında bir
kaç dakika sürdü ama bize saatler gibi geldi. Orada kalp krizi geçirmediysem
bir daha da geçirmem sanırım. Vedatın dönmesinden bir iki dakika sonra Soydan,
Mert ve yanında daha önce hiç görmediğimiz bir herif şömineli alana gülmekten
yuvarlanarak giriş yaptı. Sahne öylece dondu. Ben ve Fadik piknik masasında
ağlamaktan ve bağırmaktan gözlerimiz pörtlemiş, Vedatın elinde balta ve sönmüş
koca bir odun parçası öylece mal mal bakıyor. “Mal mal” biraz amiyane bir tabir
oldu ama o bakışları başka bir betimlemeyle anlatmam mümkün değil maalesef.
İsmet deseniz elinde odunuyla tavana
tünemiş maymun gibi öylece duruyor. Yani Vedat gülen o üç şahısa baltayla
saldırmadıysa bilin ki aşırı kontrollü kişilik yapısından. Yoksa hakikaten
kaldırılacak bir şaka değildi. Ölümle şaka mı olur yahu? Ben gerçekten çok çok
kızdığım için yarım saatten önce kendime gelemedim. Masadan indiğimde dizlerim
tutmuyordu. Öyle böyle bir korku değildi yaşadığımız. Gerçeği olsa da tıpatıp
böyle olacaktı. Ne bir eksik ne bir fazla. Ve olayı yaşarken de bir saniye bile
şaka olabileceği aklımın ucundan geçmedi. Biz şaşkınlığımızı üzerimizden atıp,
daha insani bir ruh haline gelince şöminenin başına dizildik. Üzerimizde
battaniyeler tirtir titriyorduk. Aşırı korku üşüme hissine neden oluyor. Gerçi orman
da inanılmaz soğuktu. Ateş sadece birkaç adım ötesini ısıtıyordu. Biz
sakinleşince hikayeyi anlattılar. Meğer kampa ilk gelenlere mutlaka benzer bir
şaka yapılırmış, kampçılar ilk seferlerinde mutlaka korkutulurlarmış. Soydanla
arkadaşları biz daha yola çıkmadan bu planı hazırlamışlar. Mert işin içinde
değilmiş ama Soydan’ı aramaya çıktıklarında Soydan onu kenara çekmiş. Korkudan
Mert neredeyse bayılacakmış. Ona da anlatmışlar ama Mert korkumuzu gördüğü için
daha fazla devam etmek istememiş. Dediğim gibi bu tarz çok korkutma senaryosu
hazırlamışlar ama en fena korkan biz olmuşmuşuz. İçeri girdiklerindeki o
manzarayı hayatları boyunca unutamayacaklarmış. Allahım ne komikmişiz,
kazımışlar o görüntüyü belleklerine. Kahkahalar...
Biz
de gülüyorduk aslında. Ne yapalım olan olmuştu “s..lmiş götün davası olmazdı.
Madem olan oldu eğlenelim bari” modundaydık. Bunlar günler öncesinden hazırlık
yapmışlar. Soydan arkadaşlarına gelişimizi haber vermiş. Bunlar da ormana
gizlenmiş bizi bekliyorlarmış.
“Peki
dolmuş şöförü?” dedim. “Onu nasıl ayarladınız?”
Ayarlamamışlar
ki. O allahın işiymiş. Adam istemeden senaryoya dahil olmuş, bilmeden bizi bu
korku filmine hazırlamış. Soydan adam konuşurken gerçekten de çok şaşırmışmış.
Benim yüzünde gördüğüm ve endişe sandığım o garip yüz ifadesi meğer yoğun
şaşkınlıkmış. Biz yeni içkiler açmış sakinleşmeye çalışıyor bir yandan da aynı
olayı sürekli sürekli başka açılardan anlatıp gülüşüyorduk. Sonra Soydan’la Osman,
o yeni bebe, bu kez korku hikayeleri anlatmaya başladılar. Şöyle ruhlu, cinli
minli olanlardan. Hay Alladım ya bir bu eksikti. Bir cinimiz eksikti zaten şu
garip dağ başında. Bıraksınlardı top oynasınlardı bu cinler. Bizden uzak
dursunlar yeterdi. Yavaş yavaş gerilmeye, etrafımdaki seslere kulak kesilmeye
başladım. Çişim gelmişti ama kıçım o karanlıkta ormana yürümeyi yemiyordu
açıkçası. Buarada böyle yakınımdan çıtır çıtır sesler geliyordu. Ne olduğunu
sorunca, hayvandır merak etme. Buarada bir sürü ufak tefek hayvan var etrafta.
Dağ faresi filandır.
“Hah
iyi dedin be güzelim. Benim şu hayatta en çok korktuğum hayvan faredir. Biraz
önce kurtlarla savaşacaktık ya güya. İnan bir yanımda kurt bir yanımda fare
olsun direk kurtun olduğu tarafa koşarım!”
Fare
lafları iyice gerdi mi beni. Buarada cinli ruhlu bir hikaye anlatılyor ki,
nasıl korkunç nasıl korkunç anlatamam. Hikayeyi dinlerken çıtırtılar gittikçe
artıyor bir yandan da. Hikayenin en can alıcı yerinde :
“Böhhhhhh”
diye böğüren bir öküz önümüze doğru atlıyor. Orada attığım çığlığın desibeliyle
sanırım cam olsa direk yere indirebilirim. Nasıl bağırıyorum. Herkes ayağa
fırladı, Fadik de bağırıyor. O kadar iriteydik ki hem ilk yaşanan olaydan hem
sonraki hikayelerden, ben tuttuğum çişimin bir kısmını bırakıverdim. Evet
korkudan altına işemek diye birşey varmış. Ve ben birebir yaşayarak tescil
ettim. Bu olay da bir iki dakika sürdü ama ben sonrasında hakikaten
toparlayamadım. Ve hiç sakinleşemedim. Bir insanın üzerine bu kadar gelinmezdi
ama çok çok abartmışlardı. Başlayacaktım izciliklerine de insanlıklarına da.
O
bebe de yanımıza oturdu. Kendi hikayesini anlattı. Osmanla bu birlikte
gelmişler. Kurt hikayesi tamamlanınca Osmanla ayrılmışlar, bu ikinci korkutma
için yanımızdaki yerini almış. Salaklığımıza yandım aslında sonra. Çünkü uluyan
kurtlar iki taneydi. Soydanı da güya iki kurt parçalamıştı. Bu kurtlardan
diğeri nerede diye sormayarak böylece ikinci tongaya düşmüştük. Az yarım akıllı
mı neydik? Ya da bu olay olan az biraz aklımızı da yemişti.
Neyse
olan olmuştu. Gecenin sonlarına doğru biz yine yeyip içmeye devam ederken bir
ışık hüzmesi tüm ormanı aydınlattı. Kocaman bir UFO tam şöminenin önüne
iniverdi. İçinden kocaman mor renkli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte,
başları kurt vücutları insan bir grup canavar iniverdi dermişim. Hahahahaha
yani bu olsa normal kabuledebilir hale gelmiştik anasını satayım o kadar laçka
bir haldeydik yani. Ama çok güzeldi, vallahi de billahi de çok güzeldi. Tüm
korkulara, adrenaline, zorluklarına, göt korkusuna rağmen yine de çok çok güzeldi.
Ama tavsiyem şudur. İleride çocuklarınız:
“Biz
kamp yapmaya ormana gidiyoruz, anne baba hoyloyloy” filan gibi cümleler
sarfederlerse hemen arabaya attığınız gibi hayvanat bahçesine götürün. Hayvansa
hayvan. Ha illa inat ediyorlarsa çarşafları çıkarın sizin salonda kamp
kursunlar. Benden söylemesi!