Belki de evrene gönderdiğimiz mesajları yemiyordur uzaylılar
hakikaten. Belki de dilek ve isteklerimiz gönderim sıramıza göre en en en
beklemediğimiz “istemediğimiz” anda gerçekleştirilmek üzere sıraya konulup,
fiziksel evrende hayata geçecekleri günü bekliyorlardır. Belki orda melek ya da
işte bu görevle iştigal eden bir takım varlıklar gelen mesajları okuyor,
üzerinde düşünüyor, en olmayacak zamanda da gerçekleştirip düşülen komik
durumlarla dalga geçiyorlardır. Ay ne bileyim? Ben zaten yaratıcının çok
eğlenceli bir espri anlayışı olduğunu daha önceki tecrübelerimde keşfetmiştim
ama şu sağ ve sol omzumuzda bulunan iyilik ve kötülüklerimizi yazan sevimli
melekler var ya onların da işin içinde olmasından şüpheleniyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Ya kardeşim
bilenler bilir, yıllarca her bindiğim uçak, tren gibi karşı cinsle uzun süre yan
yana seyahat edebileceğimiz tüm ulaşım araçlarında şöyle yakışıklı birinin
yanıma oturmasını dilerim. Bu artık bir oyun gibi oldu benim için. Uçağa
binenleri örneğin daha kapıda kalkış saatlerini beklerken incelerim.
Beğendiklerimi yanımdaki boş koltuğa çekmek için büyü, enerji, ışık yollama,
hipnoz filan gibi aktivitelere başvururum. Tamam, bu araçları tam olarak
kullanamıyor olabilirim ama yaratıcıya aramızdaki telepatik bağlantıyla kesin
mesaj atarım. “Lütfen, lütfen, lütfen benim yanıma otursun lütfen!” Zihnimden
bu mesajı verirken, yakışıklının nereye oturduğunu incelerim. Ya bir şekilde benim
yanımdan geçip arkalarda bir yere geçer ya da daha bana bile ulaşmadan öndeki
güzel kızın yanına oturur, kıl olurum.
Bir keresinde tam olarak yanımdaki koltuğa yaklaştırmayı
başardım baktım oturuyor tam “oleyyy”
diyecek ve sessizce yumruğumu havadan toplayıp dizime doğru çekecekken, son
anda elindeki yer numarasıyla yukarıdaki numaraları karşılaştırdı ve hoop
keskin bir hamleyle önümdeki koltuğa oturuverdi. O an yaşadığım şeyi biraz
hayal kırıklığı, küçük biraz kızgınlık ve “elimizden ne gelir” gülümsemesi
olarak tanımlayabilirim. Peki, ben yıldım mı? Hayır hiç! Olur mu öyle şey. Hep
bekledim. Beklerken de yanıma oturan hiç yakışıklı olmayan birçok adam, hiç
güzel olmayan sürüsüne bereket kadın, pek hoş havalı olan yine bilumum kadını
gözlemledim. Gelmiyordu ama gelecekti emindim. Ben de böylece bekledim bekledim
bekledim. Ta ki hiç ama hiç beklemediğim bu sabaha kadar. Ya arkadaş olur mu ya
olur mu ? Bu haksızlık değil mi? Komik mi ? Hayır hiç kesinlikle değil. Tamam biraz
olabilir.
Baştan başlıyorum. Dün ofisimizin 25. Yıl kokteyli için
İstanbul’a gittik topluca. Çok fazla şey taşımayım diye kokteylde giyeceğim
kıyafetle gittim. Saçımı toplattım ve atkuyruğu postiş taktım. Gayet havalı
görünüyorum. Giderken sorun yok zaten ofistekilerle gideceğim için yanımdakiler
ofis arkadaşlarım, yanıma yakışıklı oturtma oyununu oynamadım. Kokteyl çok
güzel geçti. Beyaz şarapla hatta beyaz şaraplarla etkinliği tamamladım. Kokteyl
bitiminde İstanbul’da yaşayan yakın arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Gece
devam ediyordu, bu kez bize Rose eşlik etti. Saat 23:30 gibi evdeydik. En
sevdiği filmi koydu arkadaşım yanına da bir Martini Bianco açtı ki pek
bayılırım hem de yeşil limonlu. Ben filmi yarım yamalak seyredip Martimi de
yarım yamalak içtim. Ama saati yine de 2 ettim. Saat 8’deki uçağım için 5:30’da
kalkmam lazım. Peki şimdi ben neden bu kadar ayrıntı veriyorum? Anlayın diye, beni
anlayın diye ühü ya ühü. Ağlamak istiyorum. Tüm uzun yolculuklar boyu o
yakışıklı yanıma otursun diye yalvardım ve oturdu en sonunda ama ne zaman
Allahım ne zaman? En en en çirkin, fena, bitmiş olduğum zaman . Bu haksızlık
değil de nedir sorarım size? Bir kere geceden makyajımı temizlemişim ama yine
de kalmış ve akmış. Hiç zamanım olmadığı için yüzümü bile yıkayamamışım. Bırak
yüzümü yıkamayı dişimi bile fırçalamamışım o derece yani. Üşürüm diye kokteyl
elbisemin altına kalın opak çorap giymişim, hem de ters! Saçımı alelacele
toplamışım, ucunda da postişimi tutturmuşum. Tutturmuşum diyorum çünkü
basbayağı eğreti duruyor. Dilimizde eşek ve kelebekle ilgili durumu çok iyi
ifade eden bir söylem vardır ya işte o vaziyet. Üstüm başım sigara kokuyor ama
tüm bunlar yetmiyor yetmiyor işte. Ayakkabımın da topuğu kırılıyor ve ben tam
oluyorum. Yani bu bir film karesi olsa abartmışlar derim. Ama yukardakiler
abartıyı gerçek hayatta kullanmayı seviyor nedense. Neyse lafı uzatmayım ben
kendimi baygın bir şekilde Havataş’a atıyorum. Tek istediğim biraz uyumak.
Nitekim havaalanına kırk dakikalık bir yolumuz var ve önce burada sonra uçakta
kestirsem ofiste uyuklamam. Pencere kenarına geçiyorum ve akşamdan kalmışlıktan
ne kadar nefret ettiğimi bir kez daha ve bininci kez hatırlıyorum ki o güzel
yüzünü uzaktan gösteriyor. İçimden dua ediyorum. Allahım “lütfen, lütfen,
lütfen yanıma oturmasın” . Ne acayip tüm o yıllar yanıma oturtmak için
uğraştığım yakışıklı yanıma oturmasın diye dua ediyorum ama o bana doğru yöneliyor.
Hassiktir şimdi sıçtık işte. Biraz kıpırdanıp toparlanmak istiyorum. Ama
mecalim yok. Bayağı böyle mecalim yok yani kıpırdayamıyorum. İçimdeki Jaws dım
dım dım dım dım dım dım dım…. diye şarkı söylüyor. Çantamı atıp boş koltuğu
kapatmak istiyorum ama nafile. Yakışıklı hızlı çekimle hoop yanıma
oturuveriyor. Otururken de bana pek hoş bir bakış atıyor. Ama ben aynı hoşlukla
karşılık veremiyorum. Ya bari dişlerimi fırçalasaydım. Hemen ağzıma bir şeker
atıveriyorum. Ne olur ne olmaz konuşmam gerekebilir belki. Neyse ben kolumu kolçağa
koyuyorum o da gelip kendi kolunu benimkinin üzerine koyuyor. Böyle kol kola
gidiyoruz tüm yol boyu. Ben hiç kıpırdayamıyorum, ayrıca uyurken kafam omzuna
düşer, ağzımdan uyku suyu akar diye de uyuyamıyorum hatta kestiremiyorum bile. Öyle
kapana kısılmış bir şekilde gidiyoruz gidiyoruz gidiyoruz ve ben onun mükemmel
profilini kaçamak bakışlarla seyrediyorum. Yani bu melekler beni çok
beklettikleri için sanırım ciddi kıyak geçmişler. Adamın güzelliğinin tarifi
yok o derece yani. Ama ne işe yarıyor ki ne işe yarıyor? Zaman geçiyor kolu
kolumda yolculuğa devam ediyoruz. Belki o ara içim geçmiş bilemiyorum ama bir kedi sesiyle
kendime geliyorum. Böyle miyav miyav otobüste bir kedi. Kendimi daha
toparlamadan boş bulunup “kedi mi var” diye içimden cılız bir ses çıkarıyorum. Bu
sabahımın ilk konuşması olduğundan travestiden hallice sesim. “Efendim?” der gibi
garip kocaman gözlerle bana bakıyor. Evet şimdi duruma bakalım. Yanımda harika
bir adam var, ben akşamdan kalma ve korkunç görünüyorum. Kolum adamın kolunun
altında mahsur kalmış, kıpırdayamıyorum, uyuyamıyorum ve ilk konuşmamı
yapacağım ve adama “kedi mi var?” diye bir soru soruyorum. Sanki ben Twitty
çizgi filmindeki Sylvester’ım anasını satayım. “Bir kedi gördüm sanki!” Peh,
neyse o an zamanın durmasını ve yok olmayı istiyorum. Zaman durmuyor ama otobüs
duruyor nihayet ve ben yakışıklının huzurunda yan koltuğunu, topuğum kırıldığından sekerek, terk ediyorum. Bu hikâyeden
çıkardığım dersler:
1.
Ne dilediğine dikkat et çünkü zamanlamayı sen değil şakacı melekler belirler
2.
Bakkala gitsen bile her daim bakımlı olmalısın
3.
Kediler her yerde olabilir sana ne! ( Bu arada kalkarken
farkettim en arkadaki kızın kucağında kedi çantası vardı. Hayal görmemişim yani)
Son olarak yukardakine küçük kısa bir not: Bir şans daha
istiyorum lütfen, lütfen lütfen…
0 yorum:
Yorum Gönder