Sabah 4.00’de kendimi salondaki koltuğumun en sevdiğim
köşesinde bulduğumda, boynum plaj terlikleri gibi iki yastık ve kolçak arasında
kıvrılmıştı. Ayağımda pandiflerim vardı fakat üzerimde mor battaniyem yoktu.
Soğuktan büzüşmüştüm ama aldırmadım ve kendimi bir yarım saat daha aynı
pozisyonda uyuttum. Ağrılarım artıp, soğuktan donmuş burnumu avucuma
doldurduğum nefesle bile ısıtamaz hale geldiğimde, bir çırpıda kalkıp tüm
ışıkları ve CD çaları, Derin’in gece lambasını kapattım. Her şeyi bu hızla
yaparken aklımda tek bir şey vardı: Bu kadar uykum varken ağır yatak örtümü ve
üzerindeki yastıkları nasıl kaldıracağım. Hayatta en çok üşendiğim şeylerde
ikinci sırayı yatak örtüsü açmak rahatlıkla alabilirdi. Birinci sırada bulaşık
makinesi boşaltmak, evde keyif yaparken bir Pazar öğleden sonrası Flamenko’ya
gitmek ve ön ergen çocuğumu yıkanmaya ikna etmek vardı ki; tüm bunlar birinci
sırayı aynı anda işgal ediyordu. Birinciliği hiç birine tek olarak veremezdim,
bu haksızlık olurdu.
Bir çırpıda tüm ışıkları söndürmeye çalıştığım için Ceviz’in
mama kabını fark etmedim, ta ki ayağıma çarptıktan sonra ufak parçacıklar
mutfağımın her bir gizli kalmış bölgesine dağılıncaya kadar. O an bir şey oldu,
gözlerim ve algım açıldı ve tüm dikkatimi kocaman pencerelerimden pırıldayan
kar taneciklerine çevirdim. Allah’ım ne güzeldi kar yağıyordu. Yarına da
tutacaktı belli ki. Ne yarını bu güne! Her neyse tutacaktı. Neredeyse sevinç
çığlıkları atacaktım. Evet, biliyorum doğma büyüme Ankaralıyım. Evet, biliyorum
her yıl kar gani gani yağıyor. Ama ben yine de o küçük kristaller gökyüzünden
düşmeye başlayınca çocuk gibi seviniyorum. Mama taneciklerinin üzerinden
zıplaya zıplaya sevinçle odama gittim. Ağır yatak örtümü kaldırdım ama o an, o
iş bile bana ağır gelmiyordu. Ne eğlenceliydi kar. Bir kaç saat sonra
uyandığımda da aynı ruh hali içerisindeydim. Neşeli, eğlenceli, sevgi dolu. Çok
sevgi doluydum, hatta öyle çok sevgi doluydum ki, göğsüm sanki yanıyor gibiydi.
Belki de gastrit problemimdendi bu yanma hali ama önemi yoktu sevgi doluydum
işte.
Sonra 10 yıl beraber çalıştığım bir arkadaşım kendi yoluna
gitme kararını hayata geçirdi. Ayrılık acısı yaşadım. Bayağı böyle bildiğin
ayrılık acısı. Şehir değiştirdiği filan yoktu, buralarda olacaktı ama olsundu.
Gidiyordu neticede! Gözyaşlarım göz pınarlarımın önünde japon çizgi
filmlerindeki gibi ışıldayıp, titremeye başladığında devamının geleceğini
tahmin etmemiştim. Fakat geldi. Böyle böğürerek ağlamak istiyordum ama ayıptı. Hem
ofiste yalnız kalacağın ufacık bir nokta bile yoktu. Açık ofisin en büyük
dezavantajlarından biri, insani her duygunu diğerleriyle birlikte yaşama
zorunluluğudur. Kendi kendine gönül rahatlığıyla böğüremezsin. Ben de
böğürmedim, böyle sessiz sessiz ağladım. Sonra mutfağa gidip zeytin yedim.
Sevgimi hiçbir şeye verememiştim. Ben de zeytine verdim.
0 yorum:
Yorum Gönder